Yıldırım Özener; Zonguldak’ta doğup büyümüş, şimdi ise çok uzaklarda yaşayan bir Zonguldak sevdalısı. Ara sıra Zonguldak'a gelip hasret giderse de kalbi her zaman Zonguldak’ta atıyor.
Kendisi sizlere, özellikle Zonguldak Nostalji sayfa ve gazete köşesinden dolayı hiç yabancı değil. Gönderdiği nostalji yüklü kısa makaleleri yayınlanmış bir yazarımız.
Bu sefer hazırladığı uzun bir hikayesini yollamış. Böyle bir güzelliğin paylaşımını bize bırakması çok ince bir davranış, kendisine teşekkür ediyorum. Uzun olması sebebiyle bölümlere ayırdık dördüncü bölümünü paylaşıyorum…
NOSTALJİDE YAŞAM…
 
BÖLÜM-4
 
 
Kara Toprak...
 
Yıl 1957–58 :  Fener'deki evimizin bahçesinde; arka planda, o zamanların adıyla‚ ‘Kara Toprak’ şimdiki adıyla ‚ Fener Sahası’na bakış. Kara toprağın (Fener sahasının) resimleri hem kuzeyinden, hem de güneyinden çekilmişti. 




‘Kara Toprak Erik Ağacımın Yeşerdiği Yer’ biliyor musunuz, bu günkü Fener sahasının bulunduğu yerin isminin aslında Kara toprak olduğunu?
 
Kara toprağın bulunduğu yer, Fener mahallesinin en çukur alanından birisidir. Evvelce burasının tamamen bataklık, etrafının çalılık ve fundaklıklarla dolu olduğu söylenir. Fener mahallesi Lojmanlarının yapımı esnasında molozlar ve toprakların atılmasıyla doldurulmaya çalışılmış. 1950’li yılların ikinci yarısından, 1960’lı yılların ortasına kadar, aralıklarla doldurulmaya devam edilmiş , atılan molozlarla, tümsekler, çukur ve tepeciklerin oluştuğu bir meydan oluşmuştu. Atılan bu toprakların rengi siyah, kömür artıkları ve taş olduğundan, biz Fenerin çocukları buraya kara toprak derdik. Atılan bu topraklarda hercailler, mor zambaklar, menekşeler, mineler, papatyalar açar; yabani ot ve çimenler yeşererek kara toprağı renklendirirlerdi...
 
Kara toprakta; bazen kızıldericilik, bazen kovboyculuk oynadığımız o güzel 1960’lı yıllardan yine birinde: mini minnacık taze bir fidan, topraktan yeni yeni fışkırmış, diğerlerinden çok farklıydı. Parlak ve açık yeşil yaprakcıkları esen serin rüzgarda tir.. tir.. titriyordu sanki... Sade bir bitki olmadığını sezmiştim. Toprağı dikkatle deşerek çıkarttığım bu ufacık fidanı. Evimizin arka bahçesinde, kömürlüğün yanıbaşına küçük bir bahçe yapıp oraya diktim. Her gün gelir gider sular, büyüyüp büyümediğini kontrol ederdim... Rahmetli babamın emekli oluşuna kadar uzun yıllar baktım, büyüttüm. Fidanım, bir kırmızı erik ağacıydı. Meyvalarını ilk verdiği yılındaki o sevincimi unutamıyorum. Hayatımda yediğim en lezzetli erikti diyebilirim. İri iri, diri diri, sarıdan koyu kırmızıya , laciverte dek her tür rengi vardı o parlak yüzünde.. yıllarca ben ona su ve emek , oda bana meyvalarını verdi…1972 yılında İstanbul’a göç ettiğimizde son kez sulayıp vedalaştım bu ince uzun erik ağacımla..eskisi gibi taze fidan değildi ki yanıma alıp götürebileyim..


Her sene Zonguldak’a gittiğimde, ev sahiplerinden izin alarak ziyaret ederdim ağacımı. Seneler geçtikçe daha da büyüdü.. dallandı ..budaklandı.. kocaman ağaç olmuştu o minicik fidan. Çocukluğumdaki hayallerim hala devam ediyordu. [Çocukluk hayallerinin her yaşta geçerli olduğunu söyleyebilirim. Belki insan her yaş diliminde biraz çocuk, bilemiyorum. En güzel hayaller, çocuklukta kurduğumuz hayallerdir diyorum...]  O benim ağacımdı... ulu ve sıhhatliydi…
 
En son 2010 senesinde Zonguldak’a gittiğimde, ilk işim her zamanki gibi ağacımı ziyaret etmek olmuştu. Ev sahibinden yine izin alarak bulunduğu yere, evin arkasındaki ağacımın yanına gittim. O koca ağaç tam dibinden budanmıştı. Canımdan bir şey kopmuştu sanki, sırtımı dönüp, yanından bir kaç adım uzaklaştım, gözlerim doldu. Tekrar dönüp baktığımda o kocaman gövdesinden bir fidan çıkarmış yaşama sarılmıştı ..belli ki direniyordu..içimden aferin dedim .. sen kömür ve molozların arasından, Kara topraktan çıkıp filizlendin ya.. sen benim ağacımsın başarırsın... Ev sahibine neden kestiğini sorduğumda, mutfak penceresinin önünü kapattığından, mutfağın karanlık olduğunu söyledi.. o sulu, lezzetli, diri diri erik ağacı serin bir gölge yaptığı için feda edilmişti…
Sonraki yıllar da bir daha memleketime gidemedim. Bu ağacımın en son resmini ve çocukluğumu sizlerle paylaşıyorum...


Kara toprakta; İlkbaharda bu tepeciklerin eteklerinde ve çukurlarda, yağmurların yağmasıyla gölcük gölcük sular biriki... bu sulara kurbağalar yumurtacıklarını bırakırlardı. Yumurtalardan çıkan siyah siyah larvalarla bu su birikintileri adeta siyaha bürünürdü. Biz Fener’in gizemli tabiatının içinde büyüyen şanslı çocukları, bu larvaları su dolu şişelere doldurur, akvaryumda balık’ niyetine evlerimize götürürdük. Rahmetli annemin katiyen içeri sokmam dediği bu siyah, koca kafalı, koca gözlü, balık görünümlü larvalar, şişe içinde uzun bir yalvarma ve ağlamanın sonunda eve girer, rahmetli babamın gözlerinden ırak bir köşede yerini alırdı. Akşam yemeğinden sonra karşısına oturup gizli gizli saatlerce şişe içerisinde, o kocaman ağızlarını açıp kapayıp yüzen bu larvalara bakıp bakıp hayaller kurardım. Uzun bir günün yorgunluğundan, sonunda bitkin düşer, uyuya kalırdım. Hayallerimi kurduğum bu şişe ve içindeki ‘balıklarım’ ertesi günü uyandığımda nedense yerinde olmazlardı.
 
Her yeni bir günün doğuşunda, dinlenmiş, dinç başka maceralar arardık. Larvalar metamorfoz sonu sudan çıkıp minicik kurbağalara dönüştüklerinde, Karatoprağın tepeciklerinde zıp zıp zıplarlar, zıplayan bu kurbağaların peşine bu kez o kuzguni kargalar düşerdi..  Kurbağalar çalılıklara doğru göç etmeye çalışırken pike yapıp üzerlerine saldıran kargaları da biz kovalardık. Kurbağalar... kuzguni kargalar...  ve Fenerin çocukları... bir koşturmacadır giderdi o Kara topraklarda...


O tepecikler, molozlar 1960 yılının ortalarından sonra buldozerle dümdüz  edildi, sahanın bir bölüm yerlerine de toprak yüzeyinde suyun birikmemesi için yağmur sularını içeri çekebilen ızgaralar yapıldı. Oyun stratejisini değiştirmek gerekiyordu artık. Tümseksiz, tepesiz kocaman bir alan. Fenerin çocukları bundan sonra artık futbol oynayacaktık Kara toprakta. O zamanlar çocuk bahçesindeki demir oyuncakların arasında oynadığımız futboldan gına gelmişti. Demirden olan bu oyuncaklara, oramızı buramızı vurur kanatırdık. Elbirliği ile o düzeltilmiş sahaya, etten püften ilk kale direğini de biz diktik. Ne var ki bir tek kale direğini yapabildik. İkincisine yapacak ne tahta vardı ne uzun direkler ama bir kale ayaktaydı. Gururla ve neşeyle top koşturuyorduk o Kara toprakta.
Bir gün, Fener dışından gelen bir gurup genç abiler, maç yaptılar orada. Biz kenardan sadece seyrettik...  O günden beri o tek kaleli Kara toprak, kapanın elinde kaldı. Bizim diktiğimiz direk bir müddet direndi o şutlara... O şartlara... Eğilip dengesini kaybetse de, biraz sallayıp silkeleyip yan direklerin dibinde bulunan taşlarla da destekleyince dikiliyordu yine ayağa.
 
Kara toprak sonraları  Zonguldaksporun antreman sahası olarak kullanılmak istense de, fazla ilgi görmedi, bakımsız kaldı. Daha sonraları ele alınarak, yardımlar ve büyük uğraşı sonucu bugünkü Zonguldaklıların gurur duyduğu bir futbol sahası haline getirildi.
 
En son 2010 yazında gittim memleketime; Karatoprak şimdi yemyeşil sentetik bir saha. Ne tepecikleri var, ne fındık ağaçları, ne mor zambaklar. Ne kurbağacıklar, ne kargalar... Ne kargaları kovalayan o çocuklar… Direkleri de tahtadan değil artık. Sallayıp silkeleyip yerine oturtmaya, taşlarla desteklemeye gerek yok… Ne KARAsı görünüyor ne tümsekleri… Adı da FENER sahası…
 
Aktardıklarımın hepsi 50 yıl ve öncesinde yaşadıklarımız.. hepsi bir.. bir.. anılarım da şimdi… sizlerde bilesiniz istedim..kalın sağlıcakla ! Erik ağacım mı ne oldu? şimdiik bende bilmiyorum. En kısa zamanda gideceğim cennet memleketime... Ömrüm el verirse erik ağacımın son resmini sizlerle paylaşacağım... Umarım başarmıştır.
 
 
Yıldırım Özener
 
Devam edecek...