Yıldırım Özener.
 Zonguldak’ta doğup büyümüş, şimdi ise çok uzaklarda yaşayan bir Zonguldak sevdalısı. Ara sıra Zonguldak'a gelip hasret giderse de kalbi her zaman Zonguldak’ta atıyor.

Kendisi sizlere, özellikle Zonguldak Nostalji sayfa ve gazete köşesinden dolayı hiç yabancı değil. Gönderdiği nostalji yüklü kısa makaleleri yayınlanmış bir yazarımız.


Bu sefer hazırladığı bir kitap hikayesini yollamış. Böyle bir güzelliğin paylaşımını bize bırakması çok ince bir davranış. kendisine teşekkür ediyorum. Uzun olması sebebiyle köşemde bölüm-bölüm yayınlamak istiyorum. Numaralandırarak paylaşıyorum…

NOSTALJİDE YAŞAM…


BÖLÜM-1


Zonguldak Bakırköy arası…

Bu bir masal değil, benim hikayem. Bir varmış, bir yokmuş diyerek başlamak istiyorum yazıma... Takvimler 1950'lerin sonu... 1960'li yılların başına uzanırken... Zonguldak-İstanbul arası 430 kilometre, otobüsle dolu dolu 10 saat kadar sürerdi... Ya Gaca Dağı'ndan veya Ereğli yolundan gidilirdi. İkisi de keskin virajları ve uçurumlarıyla ünlü dar, şose yollardı. 63 kilometre uzaklıktaki Ereğli'ye bile ulaşmak 3,5 saat kadar alırdı.


Burunlu bu otobüslerin şoför mahalli temiz ve şatafatlı olurdu. Benim her seferinde şoför mahalline bakmak nedense çok hoşuma giderdi. Her tarafı aynalar, nazarlık ve renkli boncuklarla bezenmiş olur, koltuğun üzerinde dantel kılıflı küçük bir de yastık bulunurdu. Ön cam, iki parçadan oluşurdu, bu iki camı ortadan bölen direkte, dikiz aynasının hemen altında helezon tel içine oturtulmuş, külah şeklinde renkli bir saksı olurdu. Buna da asılı püsküllü tespih yolculuk esnasında o tümsekli yollarda şakır şakır sallanır, şoförleri nedense rahatsız etmezdi. Otobüsün ya ön veya arkasında herhangi bir yerde küçük de olsa bir 'Maşallah' yazısı her zaman vardı. Otobüsün arka kapısının hemen arka sırası, cam kenarı muavine aitti. Onun oturduğu yerin altında tahta kutu içinde aletler, yanında yağlı bezlere sarılı bir tahta takoz ve tahrik kolu bulunurdu. Bu en arka sıranın koltuk arkalarında yine bir-iki yedek lastik olurdu.


Tekerleklerin 'şambiyel' denilen iç lastikleri vardı. Şişkinliğini bunlar verirdi. O acımasız yollarda patlama olasılığı yüksekti. O lastikler defalarca yamanır. Lastiğin yaması fazlalaşınca, plajlarda cankurtaran simidi olarak insanları taşımaya devam eder veya kırpılıp kırpılıp diğer lastiklerin yamanmasında, veyahut da ince ince dilimlenip 'kuş lastiği' veya diğer tabiriyle 'sapan' lastiği yapılırdı. Çoğu siyah renkli olan bu iç lastiklerin dışında kavuniçi renkli olanları vardı ki, zamanın çocukları için bu renk sapan için çok makbuldü nedense...


Otobüslerin motoru evvelce önden insan gücü ile çevrilen manivela (yöremiz Zonguldak'ın tabiriyle 'tahrik kolu') denilen bu demir çubuklarla otobüsün ön tarafından (kaput) motor aksamına sokularak adapte edilir ve mümkün olduğu kadar hızlı çevrilerek çalıştırılırdı. Genelde otobüs muavini dikkatli olunması gereken bu işi üstlenir, kan ter içinde tahrik kolunu çevirirken, etrafı meraklı insanlarla dolardı. Motor çalıştığı anda tahrik kolu geri tepebilir, sakatlık yaşanabilirdi. Bir-iki kez deneyen zaten yorulurdu, çalıştıramazsa başkası gelir denerdi. Çalıştıran her zaman alkışlanır, becerdiği için sırtı sıvazlanırdı. Bu hani biraz da erkekler arasında kuvvet gösterisine dönüşürdü. Kalkış, Zonguldak Ulu Cami, Üzülmez Deresi yanındaki kambur köprünün berisinden olurdu. Bavullar, çuvallar otobüsün üstüne yerleştirilir, yeşil-gri brandalarla örtüldükten sonra sicimlerle sıkı sıkıya sucuk gibi bağlanırdı. Motor çalışıp yolcular yerlerini aldıktan sonra, uzun uzun kornaya basan şoför havaleli otobüsü gururla yavaş yavaş hareket ettirir, yolcu acentasından bir kişi alelacele sürahi dolu suyu otobüsün ardından savurup 'su gibi gidin' duasıyla yolcularını uğurlardı.


Gaca Dağı aşılır (sert geçen kışlarda genelde bu güzergah kullanılmazdı). Aşırı şekilde yüklü ve eski olan otobüsler Gaca Dağı'ndaki yokuşlarda inim inim inler, tırmanmakta zorlanınca, çok kez genç erkekler otobüsten iner, güle oynaya otobüse iterek destek verirler, tepede tekrar binerlerdi. O kadar yavaş ilerlerdik ki, sanki o yollar bitmeyecek gibi gelirdi. Yollar keskin virajlı ve çukur-tümsek dolu şose olduğundan, yolculukta çok kişinin midesi alt üst olurdu. Bu yüzden herkese yolculuk öncesi kese kağıdı dağıtılırdı.


Şoförlerin inancına göre Beycuma yolundaki yaylada otobüsleri bekleyen görme özürlü kişi için muhakkak yolcular arasında üç-beş kuruş para toplanır, toplanan para oradan geçerken şoför tarafından amaya uzatılır, yolculuğun kazasız-belasız geçmesi için duası alınırdı. Mevsime göre, kah tozlu, kah çamurlu bu yollarda sürüleri otlatan köylü çocukları otobüse tiz sesleriyle avaz avaz 'gaaasteee... gaaaasteee...' diye bağırırlar, bazı yolcular üst camı sürüp, çoğu siyah önlüklü bu çocuklara okudukları gazete ve mecmuaları atarlardı. Otobüsün motor ve tekerlek sesleri arasında, arkadan çocukların inden inden gazete paylaşma kavgası duyulurdu. Arada bir, iri iri çoban köpekleri otobüsün yanı sıra metrelerce koşar, tekerleklere dalıp dalıp havlarlardı. Ereğli yolundaki Aslan Çeşmesi'nde bazen kısa bir sigara molası olur, şişeler buz gibi suyla doldurulur, yüzler yıkanır, insan biraz olsun kendine gelir, ferahlardı.


Nihayet Düzce'ye varıldığında, ana yol üzerinde, hemen sağdaki toprak meydanda mola verilir, yolcular yemek ve tuvalet ihtiyaçlarını karşılarlardı. Otobüs, daha meydana girip 'Çoban lokantası' önünde yerini almadan hoparlörden, 'fu!! fu!! Zonguldak'tan İstanbul'a gitmekte olan sayın Güven otobüsü yolcuları, kaptanınız yarım saat istirahat molası vermiştir. Lokantamızda her türlü ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz' anonsunu duyardık. Toz topraktan rengini kaybetmiş otobüs; su ve fırçalarla alelacele yıkanır, temizlenir, ön kaput açılır, motor soğumaya bırakılırdı. Yarım saat süren yemek molasının ardından yine o ses, "fu!! Fu!! Zonguldak'tan İstanbul istikametine gitmekte olan sayın Güven otobüs yolcuları, lütfen yerlerinize, kaptanınız hareket etmek üzeredir. Şirketimiz hayırlı yolculuklar diler' anonsun hemen arkasından kaptan şoför ve muavin beraberce motoru yine çalıştırır, şoför kornaya kısa kısa basarak yolcularını son kez çağırırdı. Muavinin yolcu sayımında nedense bir yolcu hep geç gelir, bekleyen yolcular homur homur ederlerdi.


Nihayet Düzce'de asfalta koyulan bu burunlu otobüs, hızını biraz olsun alır, diğer istikametlerden gelen otobüslere katılır, ip gibi uzun bu yolda, sağlı-sollu kurutulmaya bırakılmış tütün seraları arasında süzülürdü. Yolculuk sürecinde otobüste mısır ekmeği, simit, poğaça, keş (Zonguldak yöresi yağsız kuru peynir), taze salatalık, domates gibi şeyler yenir. Ses, Hayat mecmuası, Hürriyet, Yeni Sabah, Yeni Gün gibi gazeteler okunurdu. Biz çocuklar her ne kadar istenmese de Teksas, Tommiks'imizi yanımızdan eksik etmezdik.


Radyolarda neşeli Türk Halk Müziği veya Türk Sanat Müziği çalardı. 1960 yıllardan sonra yolculuk eğer Cumartesi'ne denk geldiyse, 'Zeki Müren'le Baş Başa' şoförlerin vazgeçilmez programıydı. O zamanlar her şoför, 'gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim'i bilirdi. Orhan Boran ve Yuki de aynı zamanların radyoda sevilerek dinlenen programlarından bir tanesiydi.


İzmit'e (Kocaeli) ulaşıldığında şehir içinde yavaşlayan otobüslere seyyar satıcılar hücum eder, bir çırpıda pencerelerden pişmaniyeler, lokumlar satın alınırdı. Şoförden torpilli satıcılar yavaşlayan şehir trafiğinde ön kapıdan otobüse dalar, şehir çıkışına kadar apar topar satışını yapar, arka kapıdan yine inerdi. İstanbul'a yaklaştığımız, tünele girişle başlardı. Tünel çıkışı artık İstanbul kabul edilirdi. Yolculuktan bitkin düşen yolcular arasında yavaş yavaş kıpırdamalar başlardı. Muavin elinde Pe Re Ja kolonyası önden arkaya yolculara ikram da bulunurdu. Otobüsün içi birden mis gibi limon kolonyası kokardı.


İlk yolcu indirme Anadolu tarafında yapılırdı. Boğaz Köprüsü daha olmadığından Üsküdar'dan, daha sonraları Harem'den araba vapurlarıyla Rumeli tarafına Kabataş veya Sirkeci'ye geçilirdi. Sıra sıra araçlar araba vapuruna dizilip yerlerini aldıktan sonra, uzun uzun kalın düdüğünü çalarak boğazı geçen, yağ boya ve mazot kokan vapurda sarı pirinç tepside, üzerleri tabaklarla kapalı, yanında limon, çay bardaklarını sağa-sola, yukarı-aşağı sallayarak, ha döküldü ha dökülecek dolaşan beyaz önlüklü çaycıdan demli çay içmemek olmazdı. Çoğu kişi otobüsünden iner, martıların çığlıkları arasında alaca karanlığa gömülen İstanbul Boğazı'nın serin ve deniz kokan, tuzlu zerreciklerini yüzünde hisseder, ıslak ve kısık gözlerle pır pır ışıldayan o muhteşem boğaz manzarasını seyrederdi... Topkapı surlarındaki şehirlerarası otobüs meydanı son duraktı; herkes 10 saati geçen uzun yolculuğun ardından şoförle vedalaşır, muavinin, otobüsün üstünden aşağıya uzattığı valizini-torbasını alan, yorgun-argın Avrupa yakasının her bir yerine dağılırlardı.


Annem ve ben İstanbul yolculuğu öncesi 1957
Cebinden çıkardığı gazeteden yapılmış kırışık küçük kese kâğıdını açtı, sol avucunun içinde birkaç kez hoplatıp çalkaladıktan sonra, içindeki al kırmızısı-gül kokulu, bal renkli-susamlı akide şekerlerine bir göz attı, ardından iki parmağıyla dikkatlice bir tane çıkarıp, bana uzattı. Avucumla kavrayıp sevinçle attım ağzıma. Kendiside bir tane aldıktan sonra, kese kağıdını yine özenle dürüp, belinden ince kemerle boğulmuş bol pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Akide şekerini dişsiz ağzında oradan oraya yuvarlayıp emerken, yanaklarında oynayan akide şekerinin sivri köşelerini görüyordum... yüzünde huzur dolu gülücük, konuşmaksızın beraberce şapırdatarak akide şekerinin tadını çıkarttık...
Yıldırım ÖZENER…


Devam edecek…