Bu yazıda son yarım asırdan birkaç damla iletmek istedim… 1970’li yıllarda ilkokul öğrencisiydim. Bir dağ köyünde okudum. Okulun 2 idealist öğretmeni vardı. Toplam 50 çocuktuk. Köyde kitap, gazete, dergi ara ki yoktu.

Çıranın, gaz ile çalışan idare lambasının, lüks lambanın ışığında ders yapmaya, kitap okumaya çalışıyorduk.

Taşımalı sistem yoktu. Herkes okula kara lastik ayakkabılarıyla yürüyerek gelirdi.

Sınıfın ortasında varilden bozma iri bir odun sobası vardı. Defterler saman kağıdındandı. Kurşun kalemleri 1 cm kalana kadar kullanıyorduk. Cicili biçili çantalarımız hiç olmadı. Kitapları bez torbalarda taşıdık. Beyaz yakalı kara önlükler içindeydik.

Evde yediklerimiz sadece ekmek, soğan, patates, ıspanak, elma, ahlat, armut, pırasa, nohut, bulgur pilavı, hoşaf, yoğurt, turşu, kabak, yer elması, pancar, şalgam, turp, mantar, fasulye, börek, çörek vb.’den ibaret olup son derece kısıtlıydı.

Yemekleri yere konan sinide ya da tahta sofrada yiyorduk. Kaşıklarımız tahta idi. Aynı kaba ekmek banarak doymaya çalışıyorduk. Yavaş yavaş yersek ortada yemek kalmadığı için çoğu zaman sofradan yarım yamalak kalkıyorduk.

Dedem sofrada bir gram yemek israf ettirtmezdi. Küçük ekmek kırıntılarını parmağımızla toplamak zorundaydık. Fıçılarda muhafaza edilen peynirlerin içinde iri kurtlar oluşurdu. Yaşlılar bunları bıçağın ucuyla temizleyip sofraya sürerdi. Küflenen, aflatoksin ile dolan bazlamaç ekmeklerinden ekmek aşı yapıp yedik. O zaman bunların kansere sebep olduğunu bilenimiz hiç yoktu.

70’lerin sonuna doğru köyümüze elektrik geldi. O dönemde 3 km mesafedeki ilçede bulunan kışla benzeri ortaokula başladım. Okulun tuvaletlerini 3 yıl hiç temiz göremedim. Bahçesinde de hiç çimen yoktu. Taşın, kayanın içindeydi. Plastik topların peşinden koşarken düştük mü ayvayı yerdik. Her yanımız yara bere içinde kalırdı. Eşofman, spor ayakkabısı vb. gibi şeyler henüz bize pek ulaşmamıştı.

Ortaokul yıllarında bize ders öğretmek için çırpınan billur öğretmenleri çok net anımsıyorum. Onları andıkça nedense gözlerim doluyor. Zeki Bey, Layık Bey, Hamit Bey, Beyazıt Bey, Macit Bey, İsmail Bey, Aynur Hanım, Abdurrahman Bey gibi değerli insanların nurlu yüzleri hala belleğimde duruyor.

3 yıllık ortaokul dönemim terör, boykot, kavga, itişme, ideoloji, sağ-sol boğuşmaları arasında geçti. 12 civarındaki derslerin öğretmenleri sık sık değişirdi. Ders kitapları zor bulunuyordu. Araştırma, okuma yapabileceğimiz bir kütüphane asla yoktu.

İngilizce dersinde sık sık ödevler verilirdi. En basit gramer kurallarını, tercümeleri yapamazdım. Bunları sorabileceğim kimsem de yoktu. O derslerin ödevlerini doğru yapamadığım için o kadar çok strese girerdim ki…

Çok istememe rağmen ortaokul döneminde İngilizce diliyle “Bu bir kedidir” bile diyecek seviyeye gelememiştim. Bundan çok utanırdım. “Book” diye yazılan sözcüğün neden “buk” diye okunduğunu saatlerce düşünür ama yanıt bulamazdım.

Liseyi Bolu ilinde, mesleki okulun elektrik bölümünde okudum. Burada geçen 3 yılda bize meslek öğretmeye çalışan, insan olmamız için çırpınan Hamdi Bey, Muhittin Bey, Nevzat Bey, Ömer Bey, Mustafa Bey, Meziyet Hanım, Basri Bey, Şenay Hanım, Tomris Hanım gibi emsalsiz şahsiyetleri hala sevgi-saygı ile belleğimde muhafaza ediyorum.

Lisede de maalesef matematik, fizik, kimya, İngilizce, Türk dili, tarih, din gibi dersleri olması gerektiği gibi öğrenemedim. Maddi gücüm olmadığı için 1984 yılında sadece Bolu Atatürk Lisesinde, hafta sonları faaliyet gösteren üniversiteye hazırlık kursuna kayıt olamadım. Cumartesi günleri bir elektrik dükkanında tamir, bakım işlerinde çalıştım…

1985-89 yılları arasında bir hengame ortasındaki İstanbul’da okula gittim. Kaldığım küçük yurt odasında 6 kişi vardı. Özellikle sabahları odanın kokusu adeta bir leş gibi kokardı. O rezil koku her zaman burnuma gelir. Bir türlü silinmedi.

Altunizade’deki uyduruk yurtta 800 Anadolu çocuğu kalıyordu. Yemekhane yoktu. Her yer çöp dağları ile örülüydü. Sular ara sıra akıyordu. Banyo yapmak eziyetti.

Haydarpaşa’daki okula her gün 3-4 kilometre yürüyerek gittim. Okul tadilat halindeydi. Bu durum 4 yıl boyunca hiç sonlanmadı. Düzgün bir atölye, düzgün bir sınıfta ders yaptığımı hatırlamıyorum.

1989 yılında eğitim hayatımı bitirip öğretmenlik sınavına girdim. Edirne’nin o vakitler çok ıssız, unutulmuş, garip, sanayiden uzak Uzunköprü ilçesindeki uydurma meslek lisesinde öğretmenliğe başladım. Öğrencilerle aynı yaştaydım. Daha çocuktum. 21 yaşında eğitimci olmuştum. İlk yıllar bu bana çok zorluklar yaşattı. Okuldaki diğer öğretmenler bana “Evladım sen hangi sınıfın öğrencisisin” bile diyorlardı...

Bunları niçin yazdım? Eğitim, öğretim noktasında dünyanın ve ülkenin imkanları, koşulları, araçları çok değişti. Bugün Youtube adlı site kullanmasını bilenler için adeta 1000 okula bedel. Dili, dini, tarihi, matematiği, felsefeyi oturduğumuz yerden derinlemesine okuyup, dinleyip, izleyip öğrenebiliyoruz.

Şu anda çalıştığım meslek lisesinde bulunan öğrenciler yukarıda kısaca anlattığım olguları asla idrak edip kavrayamıyorlar. O zamanı sanki taş devri gibi algılıyorlar.

“Değişmeyen tek şey değişim” sözü bana çok şey ifade eder. Dünya hep ileriye gider. Hiçbir şeyi geriye götürmek olanaklı değildir. Değişime direnenler, karanlık devirleri özleyenler asla muvaffak olamayacaklar.