Şakası yok hayatın, beklemediğin bir anda kesiveriyor biletini.

Sıranın bizlere de mutlaka günün birinde geleceğini, ya aklımıza getirmedik, ya da kendimizi ölümsüz zannettik! Hep bir telaşımız, hep yapılması gereken işlerimiz vardı çünkü biliyorum. İyi yaşamak içindi bütün hikâye, dolayısıyla bizlerde mütemadiyen kendi çapımızda didindik durduk. Aslında gördük ki boşa kürek sallamışız.

İyi yaşamanın içinde neler vardı,neler olmalıydı peki?

Ahlak mı daha önemliydi, yoksa cesaret mi, ya da her kapıyı ardına kadar açan paranın,dolayısıyla da itibarın gücüne sahip olmak mı?

“Bu arada,atalarımızdan bizlere miras kalan (ya cebin, ya da bileğin güçlü olacak) sözünü de es geçmeyelim.”

Sanırım ikincisi daha çok ön plana çıktı zaman içinde yahut hep öyleydi de biz deneyimlediğimiz kadarına vakıf olduk.

Kitle iletişim araçları geliştikçe, ne kadar sığ yaşadığımızı ve kendimizi nelerle teselli ettiğimizi gördük. Asla erişemeyeceğimiz o kadar çok şey vardı ki, varmış ki bu yolculuğun içinde,lüks kavramının ne denli zengin olduğunu gördük fakat yine de mecburen kodlarımıza yüklenen o kanaatkâr olmayı öğütleyen sözlere tutunup durduk yıllardır.

“Ahlak kimilerimizce her koşulda ağır bir sorumluluktu, hakkı mutlaka verilmeliydi.”

Mecburen diyorum çünkü bu konuda halen daha zihnim bulanık. Beceriksizlik ihtimalide var işin içinde elbette.

Yeteri kadar istemedik mi, yoksa çatlasan da nasibin o kadar mıydı düşünmüyor değilim?

Buyurun yine önümüze çekilen o kalın duvarlardan biri daha, nasip!

Bu nasip nasıl bir şey ki insan ayırıyor ve genellikle de gücüne güç ekleyebilenlerden “kazanmak için her yol mubahtır” söylemini hayata geçirenleri ihya ediyor.

Nereden bir yol bulurum kaygısının içine girenler, galiba en çok yorgun düşenler.

Şu yenidünya algısında kişisel gelişim furyası ortaya çıktığından beri, yeteri kadar istersen şayet, hayallerine kavuşabilirsin sözüde gerçeklikten öte artık sadece kulak tırmalıyor. Kendine inanmak ve ne istediğini bilmek söylendiği kadar kolay hayata geçiyor mu peki?

Teselli olarak belki yaşadığımız o sığ menzilden dışarı bir arpa boyu yol aldırıyor hayat bize fakat asla sadece iyi niyetle iyi düşünmekle olmuyor bu işler. Çok çalışmak demek, sadece bedeni çok çalıştırmak demek değilmiş, bu sadece hamallık kısmı hayatın.

Bu araya bir anekdot sıkıştırayım. Bir tanıdığımız ellili yaşlarını geçtikten sonra doktora gitmişti, hem fiziksel, hem ruhsal şikâyetleri vardı kendisinin. Doktor enikonu dinledikten sonra koyuvermişti teşhisi ”keşke bedenine bu kadar eziyet edeceğine, birazcık da olsa aklını çalıştırabilseydin, her şeye evet demeseydin seçici olabilseydin” bu konunun traji komik kısmı günlercehem adamakıllı düşündürmüştü, hem de yüzümüzü gülümsetmişti, peki sonrası ne olmuştu.

Değişen hiçbir şey olmamıştı, kodlarına yüklenildiği gibi bedenini ağır bir işçi bilerek hizmet etmeye endeksli çalıştırmaya devam etmişti.Hayalleri, hedefleri vardı kendince, çok çalışmanın o hedefler için bir adım olduğunu içselleştirmişti fakat nasibinin derecesinden bi haber, karın tokluğuyla bitip gitmişti bir ömür.

Yani şu eşitlik üzerine kestiğimiz ahkâmlar, hak hukuk üzerinden hakkımızı gasp edenlere karşı verilen direnişler, neden buhar olur ve uçup gider bilmiyorum. Afrika’da bir kabilede yaşayanındabir nasibi var, sırça köşklerde sınırsız lüks sefa içinde yaşayanında nasibi var, öyleyse, şu hak, hukuk, adalet arayışları sizce de halen bir işe yarar mı, yaramış mı, yarayacak mı?

Yoksullar ve yoksun bırakılanlar, işte bu “her yol mubahtır” sözüne tutunamayanlar.

Bu kurgu bin yıllar öncesinden yapılmış ve sistemin içine yerleştirilmiş belli ki. Ara sıra bir parmak bal çalmakla ne eşitleniyoruz, ne de çok çakışmak yeterli oluyor hayallerimize erişebilmek için. Duvara tosluyorsun mutlaka günün birinde.

Çünkü yoksullarda ve yoksunlarda diğerlerinde olmayan bir şey var vicdan var. Vicdan yoksunların zihninde otoritesini kurmuş ve bir alacaklı gibi varlığının üstüne el koymuş.

Nasip de vicdanın sesine göre teraziyi dengelemek için görevlendirmiş kendini, sonrası malum…

Keşke o doktorun söylediği gibi aklımızı çalıştırmayı becerebilseydik öyle değil mi?

Kısacası keşkelerimiz sırtımızda kambur, hayallerimiz ise artık imkânsızlığın kollarında tutsak!

Özellikle şu hastalıklı günlerden geçerken, hevesimiz de ne yazık ki ağır bir hastayken zor yarına yarınlara sıkı sıkı sarılmak

Hevesi gerçekten kaçıyormuş insanın yaş aldıkça,onu fark ediyorsunuz.

Eskiden elbette birçoğumuzun umudu vardı, yani gençken,fakat yaş aldıkça umut da bir işe yaramıyormuş.

Ötelediğimiz, erişemediğimiz, imrendiğimiz yani hayatın rengârenk yüzüne dair ne varsa meğer hepsi bir illüzyondan ibaretmiş, özelliklede o renklere erişemeyenler için söz konusu bu durum.

Sahip olduklarımız, olmayı istediklerimizin tesellisi oldu belki. Velhasıl yetinmeye mecburduk çünkü yetinmeye mecbur bırakarak öğrettiler bu hayatı bizlere.

“Zaman zaman insanları eşitleyen durumlar meydana gelse de bu bile çok kısa sürüyor. Şartlar eldeki imkânlarher zaman olduğu gibi kolaylık ve üstünlük sağlıyor. Sonuçta yolun sonu herkes için son durak evet ama yol boyunca yaşanılan adaletsizlik can sıkıyor işte.”

Karamsarlık olarak algılanabilir hissedilenler ama inanın içimizi boşalttı içinden geçmekte olduğumuz zaman. Kitle iletişim araçlarının gözümüzün içine soktuğu yaşamlar ve bu nasip ikile mi arasında bocalamak durum özeti.

Bardağın dolu tarafına bakarken farkında olmadan ömür bitirmişiz.

Kanaatkâr olmayı tercih etmek zorunda kalmak, bir seçim olabilirdi ama yaşama karşı korkak olma ihtimali daha yüksekşu durumda. Bir oyunsa yaşamak, kurallara göre oynamak da galiba esas.

İşin birde bedel ödeme noktası var ki, işte orda da terazinin dengesi bozuk.

Korktukça kaybediyor insan, hem de her şeyini.