Ölümün kol gezdiği bir dönemi yaşıyoruz. Daha önce toplu halde ölümü hiç bu kadar yakın hissetmemiştik. Sanki tepemizde sihirli bir el dolaşıyor, 8 milyar insandan kimi işaret ederse o kişi ölüyor. Baksanıza daha 1 yılda 1,5 milyon insan salgın dolayısıyla hayatını kaybetti. Ülkemizde ise 15 bini aşmış durumda. Gelelim şehrimize, günlük 800 ve 1000 arası vaka yaşanmaya başladı. Gazetelerimize ölüm haberlerinden başka bir şey yansımaz oldu. Hele facebook gibi sosyal medya mecraları, vefat paylaşımları ve başsağlığı mesajlarından geçilmiyor.

Bu acı tablonun bize verdiği mesaj şu: Çok fazla dikkat edin, kurallara harfiyen uyun, mümkünse dışarıya çıkmayın! 'Ne yapalım, evde çok sıkılıyoruz' diyenlere, "Evde yaşamak, mezarda yatmaktan iyidir" diyorum. Evinizde rahat rahat dolaşın, dinlenin, kitap okuyun, bilgilendirici belgeseller veya sinema filmlerini izleyin, spor yapın... İşten güçten vakit ayıramamaktan yakındığımız sevdiklerimize tam vakit ayırma zamanı.

Ölümün kol gezdiği bu dönemde; öbür taraftan da işsizlik, açlık ve çaresizlikle mücadele ediyoruz. Allah'tan ki köyde yaşayan anne babalarımızın gönderdiği doğal gıda takviyeleriyle asgari ücretli de olsak şehirlerde idare edebiliyoruz. Ya edemeyenler ne olacak? Bunu düşünüyor muyuz? Sadece 1000'er liralık devlet desteğiyle bu çark yürümez.

Hepimizin bildiği gibi işsizlik, ülkemizin olduğu gibi Zonguldak'ın da en büyük sorunlarından biri... Tabi ki pandemi işsizliğin üstünü biraz örtmüş gibi görünse de insanların umudunu sağlam tutması iş sahibi olmasına bağlı. Yani önce aş, sonra aşk diyoruz.

İşsizlik, çaresizlik demektir. İşsiz insan çaresiz insandır. Bazı kişiler bu durumu kabullenip kendini bugünler de geçer diyerek motive edebilir. Fakat herkes aynı derecede göğüs geremeyebiliyor hayatın yüküne karşı. Mesela eşi ölmüş veya eşinden boşanmış çocuklu kadınlar var. Bunların içinde anne babaları ölmüş ya da sahip çıkanı olmayan çocuklu kadınların hali ne olacak?

Kimsesizlerin kimsesi dediğimiz sosyal devlet olgusu işte tam da böylesi durumlar için değil mi?

***

Geçen gün Çaycuma Belediye Başkanı Bülent Kantarcı'dan iş isteyen annenin dramı herkesin içini parçaladı.
Derdini "Merhaba başkanım, Allah aşkına beni ise al, şu an gerçekten zor durumdayım. Bir tek ben mi sığmıyorum bu belediyeye ya? Lütfen beni aldığına pişman olmayacaksın!" sözleriyle açıklayan çaresiz annenin son cümleleri ise kan dondurucu boyuta işaret ediyor:

"Bülent Kantarcı başkanım, eğer ben bir iş bulamazsam emin olun ki daha kötü şeyler yaşamak zorunda kalacağım! Siz bir baba olarak rahat olur musun? Ben sizden sadaka değil, iş istiyorum, iş... Her geçen gün daha da kötüye gidiyor, kızımla hayatımız. Allah aşkına iş verin bana!”

"-İş bulamazsam kötü şeyler yaşamak zorunda kalacağım"
cümlesi sözün bittiği yeri gösteriyor.

TTK'DA ÜRETİM VE İSTİHDAM ŞART

Bir zamanların işçi şehri, Al(a)manyası Zonguldak, bugün işsizliğin başkenti mi oldu yoksa? Yerin altında tonlarca karaelmasımız çıkarılmayı bekliyor. Biz TTK'ya yeni işçi mi alınacak, yoksa kurum aşama aşama özelleştirilecek mi bunu tartışıyoruz. Seçimden seçime alınan 2 bin işçi, üretim istihdam için yeterli değil. Bu şehrin ekonomi lokomotifi olan TTK'da yeterli üretim/istihdam olmayınca tablo karanlık görünüyor.

Bölgenin sadece TTK'ya mahkum edilmesi de geçmişten bu yana devam ede gelen ayrı bir hesap hatası. O kadar tarım arazisi ve hayvancılık için yayla, mera varken, karın tokluğuna şehre hapsolmak bizi çıkmaza sokuyor. O halde işsizliği azaltacak istihdam alanları oluşturup bölgeye has teşvik paketleriyle; bu ülkeye geçmişte çok büyük katkılar vermiş olan Zonguldak insanına devletimizin ve iş dünyamızın vefa borcunu ödemesi gerekiyor.

İşte Zonguldak'ın en büyük ihtiyacı bu.