En son söylenecek sözü en baştan söyleyeyim de yazı o söylediklerimin üzerine kurulsun.
Temsili demokrasilerde ülkeyi iktidarlar yönetir. Bu nedenle toplumsal taleplerin tek adresi iktidardır! İktidarı hedef almayan hiçbir toplumsal çalışmanın işlevselliği yoktur! İktidarı hedef alan toplumsal çalışmalar, arkasına halkın ve yerel yönetimlerin etkin desteğini aldığı oranda caydırıcı ya da yönlendirici olur. Yoksa iyi niyetli bir iş ve heba olan bir enerji boşalımı olarak kalır!
Bir yaptırımı ve etkisi olmayan ortaya söylenmiş sözlerle ve adressiz mektuplarla bir sonuç alınacağını düşünmek -benim için- nafile çabadır!
Adına 67’liler Platformu koyan epeyce kalabalık bir Zonguldaklılar grubu, il düzeyinde kısa zamanda birçok yerde toplantılar yaptı. Yapıldığı bildirilen toplantıların ardından bir “Sonuç Bildirgesi” yayımlandı.
Platformun kendini anlattığı çağrı metni ve Sonuç Bildirgesini ilk sözcüğünden son sözcüğüne kadar altını çizerek okudum.
Anlıyoruz ki bu platform üyesi arkadaşlar özellikle pandemi dönemi olarak adlandırılan koronavirüs kısıtlama günlerinde, zamanı iyi değerlendirme ve bunu Zonguldak için kullanma fikrinde buluşmuşlar. Kısa sürede yapılacak görüşmelerle nihai bir sonuca varılamayacağı düşüncesiyle ekim ayı içinde kapsamlı bir çalıştay yapma kararı da almışlar.
Gene bildirgeden anladığıma göre, platform üyesi arkadaşlarımız bütün siyasi aidiyetlerini bir kenara koyup birliktelik oluşturmuşlar. Fakat ben çağrı metninin son paragrafını okuyunca kalın çizgilerle sınırlar çizildiğini gördüm. Bu metnin ilk sözcüğünden son sözcüğüne kadar ağır bir hamaset içerdiğini görünce de umudum kırıldı. Demek ki bütün siyasi aidiyetler bir kenara konulamıyor!
Öyle ya da böyle yapılmaya çalışılan kimi iyi niyetli girişimleri daha baştan olumsuzlayarak pişen aşa soğuk su katıp can sıkmak istemem ama bu türden girişimleri, “Muhaliflerin sesini yükseltmesi!” olarak gören iktidar üzerinde etkili olacağını beklemek benim amin demeyeceğim bir duadır!
İktidar milletvekillerinin yüz yüze görüşmelere katılmayıp kendilerine açılan telefonlara yuvarlak tümceler kurması, CHP milletvekillerinin de şurasına şu kadar, burasına bu kadar katılması görüntüyü kurtarmaz!
Parlamento içi ve dışı partilerin il, ilçe başkanlarının kimilerinin katılıp çoğunlukla da sessiz kalmaları bir şey ifade etmez.
Daha önce de defalarca buna benzer girişimler, çok çok düzeyli bilgilerin harmanlandığı hatta kalın bienal kitaplarının basılıp dağıtıldığı toplantılar yapıldı. Arkasında halkın ve yerel yönetimlerin gücü ve etkin desteği olmadığı için gök kubbede hoş bir ses olarak kalmanın ötesine geçemedi!
Sözü uzatmak istemiyorum. Üzgünüm; sonu başından belli bir girişim olarak kalacak bu iyi niyetli çalışma, bir enerji israfıdır.
Yineliyorum; 1-İktidarı (Bu AKP olur, CHP olur, TKP olur; fark etmez!) hedef almayan, 2-Halkın ve yerel yönetimlerin etkin desteğini arkasına almayan bu türden girişimler sonuçsuz kalmaya yargılıdır!
Çünkü -Türkiye tipi- temsili demokrasilerde iktidar erkini eline geçirenler kendi bildiğini okur ve kimseyi dinlemez!
 
KAMU BANKASINA EL-ENSE!
Bu iktidar artık kontrol edilemez bir yola girdi! Liyakat yerine sadakat kayırmaları öylesine çığırından çıktı ki bunların elinde horoz yumurtluyor, katır doğuruyor, güneş batıdan doğuyor!
Hamza Yerlikaya bir güreşçi. Ulusal ve uluslar arası alanda birçok birincilikleri var. Futbolcu Alpay Özalan, motosikletçi Kenan Sofuoğlu ve basketbolcu Hidayet Türkoğlu gibi reklamlık şöhretleri milletvekili seçtirmelerine söyleyecek bir sözümüz yok ama alan bilgilerinin dışındaki işlere ballı maaşlarla getirilmelerini şaşkınlıkla izliyoruz!
Hamza Yerlikaya, hangi eğitim ve alan bilgisiyle Vakıfbank Yönetim Kuruluna atanmıştır bilen var mı?
Düşünün, iktisat, ekonomi, bankacılık okumuş, doktora, mastır vs. yapmış liyakatli insanlar bir kıyıda işsiz, atıl durumda dururken, el-ense çekerek güreşmiş kaslı bir adam, bir kamu bankasına yönetici olarak atanıyor! Bu atamada mantık devre dışı değil mi?
İktidarın “sadakat”ı ödüllendirmesini hadi bir oranda anlayalım ama Yerlikaya’nın “Yahu, benim orada ne işim var?” diye kendisini sorgulayıp reddetmesi gerekmez mi?
Ne demişti Atatürk? “Ben sporcunun...
 
DEVRİMCİ LAFAZANLIK!
Devrimci lafazanlık, proletarya ile küçük burjuvazinin bir birleşmesini, ittifakını ya da birbirine karışmasını, dolaylı ya da dolaysız, sağladıkları ve devrimci olayların seyri büyük, hızlı zikzaklarla damgalandığı zamanlarda maruz kaldıkları sık rastlanan bir hastalıktır!
Devrimci lafazanlıkla anlatmak istediğimiz, olayların belli bir döneminde, nesnel koşulları, belli bir zamanda var olan bir durumu hesaba katmaksızın devrimci sloganları yineleyip durmaktır. Sloganlar güzel, çekici ve etkileyicidirler ama hiçbir dayanakları yoktur! Bu devrimci lafazanlığın doğasıdır!” (V.İ.Lenin-DL Sayfa: 26)
...
Oğlum Deniz sağ olsun, henüz on yedi yaşındayken (1977) okuduğum ve kütüphanemde olmayan Lenin’in “Devrimci Lafazanlık” adlı kitabının ilk basımını sahaflardan bulup getirdi!
Kitabı yeniden, keyifle ve ders alarak okuyorum.
Nesnel koşulların, diyalektik bir süzgeçten geçirilerek, sınıf çıkarları çizgisinde değerlendirip devrimci eylemleri yaşama geçirmek” olarak adlandırabileceğimiz dünya görüşünün ayrıntılarıyla anlatıldığı kitap tam bir ders kitabı niteliğinde.
Küçük burjuva anlayışlarının zaman içinde sirayet ettiği mücadele yöntemleri, gene burjuva sınıfının çıkarları doğrultusunda sapmaya başladı mı bunun duru, durağı olmaz diyor!
Kimi palyatif burjuva önermelerinin kısa vadede kişi ya da örgütlülük yararınaymış gibi görünebileceğini, ancak bu palyatif çözümlerin özünde halkın çıkarlarına, sınıfsal çizgiye ve mücadeleye zarar vereceğini söylüyor!
...
1 Mayıs alanlarında, basın açıklamalarında, salon toplantılarında hamaset ve retorik içerikli cümlelerin ardından hoşa gidici sloganlar atmak bir yanıyla kitleyi canlı tutmayı sağlar ancak bu canlılığı sınıf temelli mücadelede kalıcı kılmazsanız, devrimci lafazanlığın ötesine geçemezsiniz!
 
BÜTÜN BUNLARI...
Niye mi yazdım? Kendisini toplumun çıkarlarından sorumlu tutan bir birey olarak, sloganlarda sesi gür çıkıp, masa başı devrimciliğiyle mangalda kül bırakmayan ama sınıf temelli mücadeleye gelince burjuva temelli kimi sapmaları yaşayan dostlarıma üstteki kitabi bilgileri anımsatmak istedim.
Ben lafımı ortaya söylüyorum! Alan alır, alınmayan lafım bana kalır! Sanmayın sözümü ortada bırakırım! Alır cebime koyarım!
Hiç birimiz, Karl Marks ve Friedrich Engels’ten daha bilgili, V.İ. Lenin’den daha devrimci değiliz!
Saati, 12 Eylül 1980’de duranlara ve o günleri onlardan dinleyerek öğrenen yeni kuşak dostlarıma önerimdir; kendinizi iyi bir saat onarımcısına götürüp elden geçirtin. Bağırtılarınız ve kibriniz sizi haklı çıkarmıyor bilin isterim! Ceviz gölgesinin sülfür yoğunluklu havası önce sizi uyuşturur, sonra uyutur. Ceviz gölgesinden güneşe çıkın, gölgeniz olsun...
 
“KİM BU ÇANTACILAR?”
Geçen haftaki yazımın bu denli ses getireceğini düşünemezdim. Şaşırdım! Hafta içinde karşılaştığım ilgili ilgisiz birçok kişinin beni görünce kurduğu ilk cümle “Kim bu çantacılar?” oldu.
Hep söylerim; siz söylemek istediğinizi eli ayağı düzgün söylerseniz, söz adresini bulur! Anladım ki yazı yankı uyandırmış!
Kim bu çantacılar?” sorusunu bir karşı soruyla karşıladım; “Sizce kim?” Meğer neler varmış neler...
İnanın hiç kimse saf değil! Herkes her şeyin farkında! Herkes yaşanan her şeyi en ince ayrıntısına kadar izleyip değerlendiriyor!  
İşte bu nedenledir ki halktan umudumu hiçbir zaman kesmedim! Siz bu halkı rüzgârlar ters yönden esmeye başlayınca görün! Nasıl da taşın etrafını dolaşıp yolunu buluyor bak görün!
Geçen haftanın üç sihirli sözcüğü; sülfür, güneş, çanta oldu!
Bakalım bu hafta ne olacak!