Zonguldak’ın ilk gazetecisi Tahir Karauğuz’un oğlu Doğu Karaoğuz Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı’nın konuğu olarak önceki günlerde Zonguldak’taydı. Son yayılmadığı “Karaelmas’ın İlk Madencileri” adlı kitabın imza gününde okurlarıyla söyleşen Karaoğuz Halkın Sesi’nin yazarı Ahmet Öztürk ve Muhabir Aykut Kara’nın sorularını yanıtladı. Babası gibi ilklerin sahibi olan Doğu Karaoğuz Türkiye’nin yerli ilk petrol mühendisi olarak tarihe geçmiş. Onun zamanına kadar petrol mühendisliği, maden mühendisliğinin içinde bir dalken, o okurken müstakil bir mühendislik olarak yeniden yapılandırılmış. İTÜ Maden Fakültesinin ilk dönem petrol mühendisi mezunları arasında yerini alan Karaoğuz, pek çok şeyi gibi bu özelliğiyle de gurur duyuyor.

 

Fotoğraflar: Aykut Kara

 

Doğu Bey öncelikle davetimiz kırmayıp bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Siz Zonguldak’ın ilk gazetecisi Tahir Karauğuz’un oğlusunuz. Çocukluğunuzda babanız matbaa ve gazete işiyle uğraşıyordu. Aynı zamanda siyasette de aktifti. Nasıl bir hayatınız vardı? Sık sık misafirleriniz olur muydu örneğin evinizde? Evinizde ülke meselelerinin konuşulduğu bir ortam olur muydu?

 

Babam bambaşka bir adamdı. Kendi idealleriyle meşgul bir adamdı. Zonguldak’ın en varsıl ailelerinden birine damat olarak girdiği halde, parayla pulla işi olmayan bir insandı. Ailede onun hallerini beğenmeyenler de vardı. O dönemde matbaa çok kazanıyor, bunun da tek nedeni Zonguldak’ın tek matbaası olması. Ereğli Kömür İşletmelerinin tüm işleri bu matbaada görülüyor. Tahir Bey bir gönül adamı değil de tüccar olsa Zonguldak’ın zenginleri arasına girmesi lazımdı. Ama o şiir günleri, edebiyat günleri peşinde koştu. 1930’lu, 40’lı yıllarda ülkenin yeni bir evreye girdiği zamanlarda çoğu kişinin hakkını teslim ettiği gibi Tahir Karaoğuz Zonguldak’ta aydınlanma çağının meşalesi oldu.

 

Çıkardığı Doğu Dergisi çok önemlidir. Zamanın en ünlü yazarlarının kalem oynattığı bir dergiydi Doğu. Türkiye’nin büyük yazarlarından mesela Ümit Yaşar Oğuzcan ilk şiirini Doğu’da yayımlamıştır. Doğu Zonguldaklı genç şairlerin şiirlerini de açıktı. Birçoğu da bu sayede meşhur oldu. Böyle yıllardı Doğu dergisinin çıktığı yıllar. Ben o yıllarda büyüdüm. Dergi ile beraber. Benim hatta resimlerim var,  4 yaşlarındayım, Doğu dergisinin kapağına basılmış bir resim. Tabi bundan gurur duyuyorum. Babam benim adımı dergiye vermiş. Tahir Bey Türkiye’nin en önemli yazarlarından Ziya Gökalp hayranıydı. Ziya Gökalp’ın ‘Doğudan gelmişiz batıya’ dizesinden etkilenerek, o isimleri vermiş bize. İstanbul Pastanesinin karşısındaki Ziraat Bankasının olduğu yerde Dedem Ahmet Ali Ağa’nın yaptırdığı üç katlı tahta bir ev vardı. Onun bir odasında doğdum ben. Zonguldak’taki tüm yaşamım da orada geçti. Matbaamız o evin hemen arkasındaydı.  Matbaa ile evin arası o yol kadar, yani 30-40 metre. Tahir Bey onun için misafirlerini matbaada ağırlardı. Gelenekçi bir insandı ve Türk adetlerine göre de o kadar kişiyi eve getirmesi söz konusu değildi zaten. Babam akşamları bir duble rakı içer, sonra şiir yazardı. O hep kendi dünyasını yaşadı.

 

Anneniz kentin en varsı ailesinin kızı.  Meşhur Ali Barlı dedenizin kardeşi, keza “Kömür Kralı” olarak bilinen Süleyman Sırrı da öyle. Babanızın onlarla ilişkisi nasıldı?

Ali Barlı arkamızdaki büyük binada otururdu. Süleyman Sırrı İstanbul’daydı. Daha çok Ali amcayı görürdük. Onun evine gidilirdi genelde. Ali Barlı ailenin en büyüğü ama bizim eve geldiğini hatırlamıyorum ben. Hatta sordum adet öyleymiş. Benim dedem dahi onun evine gidermiş. Ayrıca ev ziyareti yapmazmış. Babamla aile bağları vardı. Dargınlık, soğukluk yoktu. Ali Barlı’nın Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yönetim kurulunda görev almış biri olması babamın ona sempati duyması için yeterliydi. O mücadele içinde birbirlerini tanımışlar zaten. Tahir Karaoğuz da bir Kuvvay-ı Milliyeci. Zonguldak askeri polis müdürlüğü yapmış, 23 Ağustos 1923’e kadar bu görevi başarıyla yürütmüş.

 

Babanız Zonguldak’n en büyük entelektüellerinden biri. Annenizse Zonguldak’ın en zenginlerinden. Bu durum arkadaşlarınız arasında size bir ayrıcalık katıyor muydu?

Evet, Ali Barlı hiç tartışmasız Zonguldak’ın en zenginiydi. Eli çok sıkı bir adam olarak tanınırdı. Çocukken Ahmet Ali Ağa bunlara harçlık verirmiş. Herkes harcarken o bir kutuya koyarmış parayı. Zamanla işlerini de yoluna koydu, iyi bir ticaret adamı oldu. Fakat kardeşi Süleyman Sırrı ise tam tersi.  Çok para kazanmış, çok da eli açıkmış. Kuvay-ı Milliye’ye 20 bin Osmanlı altını vermiş örneğin. “Daha fazla gerekirse onu da veririm” demiş. Bunu bana bilen kişiler söyledi. Dedem Mustafa Barlı ise paraya önem vermeyen bir kişiydi. Bahçesinin sınırını değiştiren kız kardeşinin adamlarına bakarken “şeytan doyursun gözlerini” diyerek görmezden gelecek kadar da göz karnı toktu. Ben Gazi İlkokuluna gittim. Çelikel’den mezun oldum. Biz çocuktuk, bize aileniz şöyleydi, böyleydi diyen hiç kimse yoktu. Bunu lafı bile edilmezdi. “Fenerin çocukları” adlı kitabın yazarı Osman Poshor sıra arkadaşımdı. Çeşme’de yaşıyor şimdi. Geçenlerde beni aradı. “Yahu Doğu sen Zonguldak’ın en önemli ailesinin çocuğuymuşsun da benim haberim yokmuş. Kitapta öğrendim” dedi. Biz diğer çocuklar gibi büyüyen insanlardık. Öyle hiçbir ayrıcalığımız hiç olmadı. O yaşlarda aile gelmiyor insanın aklına. Karnınız tok dışarı çıkıyorsanız ne mutlu size.  Bunun dışında babam zengin değildi. Hiç para sahibi olmadı. Dolayısıyla biz zengin çocuğu olarak büyümedik. Hatta çok sıkıntılarda çektik. Babam 1961’de matbaayı kapatıp İstanbul’a gittiği zamanlar cebinde beş parası yoktu.  İstanbul’da tanıdığı çevreler vasıtasıyla Topkapı Müzesi arşivinde maaşlı olarak çalışmaya başladı. Orada 7-8 sene çalıştı. Osmanlıcayı, Farsçayı, Arapçayı iyi bildiği için tam da müzenin aradığı adamdı. Biz ancak o zaman biraz rahat ettik. Ben talebeydim. Ağabeyim inşaat mühendisi olarak çalışıyordu. Dolayısıyla zengin hayatını yaşamadık. Dedemler varlık sahibi olmuşlar, fakat servet dağılmış. Ahmet Ali’ler 6 kardeş. 2 kız 4 erkek. Kendisine “kömür kralı” deniliyor. Fakat bize kömür kralı diyen olmadı.

 

Ailenizin diğer fertlerinden söz eder misiniz biraz?

Ağabeyim Amerka’dan okudu. Orada çalıştı. Amerikalı bir hanımla evlendi. Sonra Ankara’ya geldi. Bir süre kaldıktan sonra yine geri döndü. Kalp krizinden 62 yaşında vefat etti. Bir çocuğu var. O da Amerika’da yaşıyor.

 

Yazı dünyasıyla ilginiz nasıl başladı peki?

Ben ilk şiirimi annem ölünce yazdım. ‘Ah anam’ adlı bir şiir. Çok duygulanarak yazdığım bir şiirdir o. Bir petrol dergisi vardı. Orada yazıyordum. Petrol Mühendisleri Odası Genel Merkezi’nin çıkardığı bir dergiydi. Ünlü yazar Ahmet Ümit’in ağabeyi Refik Ümit Oda’nın genel başkanıydı. Ben de 2. başkandım. Teknik bir dergiydi. Şimdiki sayıları çok kalitesiz ne yazık ki. Bizim zamanımızda çok güzel çıkıyordu.  Yazıya o sıralarda teşne oldum. Ama ne yalan söyleyeyim, babamın ne yaptığıyla çok ilgili değilim. Kendimi çok suçluyorum, babama gereken ilgiyi göstermedim çünkü. Doğu dergisi neydi diye sormadım bile.  Osmanlı’da iki sene at üzerinde eşkıya peşinde koşmuş, nasıl oldu, neler yaptın diye hiç sormadım. Ben o dönemin acısını duyuyorum içimde. Annemin tarafı da bunları önemsemezdi. Bir parça erkekler bilir Tahir Karauğuz’u. Diğer hanımlar “Tahir boş şeylerle uğraşır. Para kazanmıyor. Kazandığı parayı tutmuyor” diye küçümsemeye bile kalkarlardı.

 

Peki tabiri caizse jeton nerede düştü sizde? Ben bunları yazmalıyım diye ne zaman dediniz?

Önce aile içi şeyleri yazarak başladım. Ananemin teyzesi Suphiye’nin mektuplarını buldum örneğin. Aşağıdaki ev, yıkıldığı için annem yukarıdaki eve taşınmıştı. Orada çekmecesini karıştırırken bir kutunun içerisinde eski Türkçe ile yazılmış mektuplar buldum. Üzerinde güzel pullar, damgalar var. Ben onları Ankara’ya getirdim. Annemin ablası Mukadder’e yazılmış mektuplardı bunlar. Mukadder’in ona yazdıkları kaybolmuş. Eski yazıyla olduğu için anneme okuttum.  “Ablam bana hiç bunlardan bahsetmedi meğer neler olmuş” dedi. O mektuplarda Suphiye feryat ediyor, “Beni evlendirmeyin” diye. “Ben Tarlaağzı’na, doğasına, hayvanlarına, kuşlarına alışkanım. Beni zorla apar topar evlendirdiler.” O kadar hassas bir kız ki ufacık şeyden rahatsız oluyor.

 

Sizi depreştiren bu mektuplar mı oldu?

Olabilir belki de. Ben onları toparladım. Bayağı uzun mektuplar. Kitapta olanlar az bir bölümü. Ben en etkili olanlarını seçtim. Beni etkileyen bir diğer şey de Zonguldak’tan arayanlardı. Zonguldak’ın yakın tarihin inceleyenlerin hep karşısına Tahir Karaoğuz çıkınca “Kim bu Tahir Karauğuz?” diye merak eden, beni aramaya başladı.  ZOKEV’den aradılar. Karauğuz adını duymuşlar, “Zonguldaklı yazarların yaşamından oluşan bir kitap yapıyoruz, siz babanızı yazar mısınız?” dediler. O nedenle epey bir şeyler karıştırdım. Daha sonra yine ZOKEV Tahir Karauğuz’u anma günü yaptı. O toplantı 1999’da yapıldı. Babamı anlatmak için şair- yazar Halil Soyuer ile birlikte geldik Zonguldak’a. Babam, Halil Bey’le Ankara’da bir toplantıda tanışıyor. Onun Doğu dergisinde daha önce şiirleri yayımlanmış. Karauğuz ile tanışmak istiyor. O toplantıda Behçet Kemal de var. Babam onları Zonguldak’a davet ediyor. Halil Soyuer organize ediyor ve 30 küsur şair trenle Zonguldak’a geliyor. Bu Zonguldak’ta yapılan ilk şiir günüdür. Sonra dostlukları iyice gelişiyor. Halil Bey, Karauğuz’un Ankara’daki temsilcisi oluyor. Bu etkinliklerden sonra babamın hayatına daha çok ilgi duymaya başladım. İlk kitabımın nüveleri böylece atılmış oldu. Benim koleksiyoncu yanım var. Pul toplarım. Daha sonra Zonguldak kartlarını toplamaya başladım. Fransızlar zamanında basılmış kartları buldum. Çok değerli kartlar bunlar. Bu nedenle tanıştığım koleksiyoncu Korkut beni Tunalı Hilmi’nin torunuyla tanıştırdı. Dedesinin Doğu dergisinde bir sürü yazısı çıkmıştı. Onları ona gösterdim. Çok mutlu oldu. Korkut bana bunları yaz dedi. İlk yazım, “Geçen Yüzyılın Başlarında Zonguldak” başlığıyla orada çıktı.  Sonra babamı yazmaya başladım. Kitap ortaya çıktı. Beni kitaba başlatanın Korkut olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla.

 

Babanızın hayatını yazdığınız o kitap epey ilgi topladı değil mi?

Evet, bu sayede pek çok çevre ile tanıştım. O zamanki adıyla Karaelmas Üniversitesi Öğretim Üyesi Yücel Namal’la tanıştım. O tanışma üniversitedeki bir salona babamın adının verilmesini sağladı. Babamın kişisel eşyalarından oluşan bir mini müzeyi, o salonun lobisinde oluşturduk. Sonra beni TRT’den aradılar. Canlı radyo programına çıktım. Kanal 67’de pek çok kez “Hayata Dair” adlı programda Nalan Hanım’ın konuğu oldum.  Tam 2 saatlik canlı yayınlardı bunlar. Ulusal Kanal’da da bir program yaptık.

 

Peki “Barlı” ailesinin öyküsünü yazma fikri nasıl oluştu?

Çocukluğum bu ailenin atalarının öykülerini dinlemekle geçti. Kızılderilileri bilirsiniz, yazmazlar geleceğe aktarmak istediklerini çocuklarına söyleyerek nesilden nesle aktarılmasını sağlarlar. Bizimki de biraz da böyle bir şey.  Annemden çok bilgi aldım sağlığında, sonra ailenin diğer yaşlılarından epey bilgi topladım. Kitabın şurasını bir başka birisinden, burasını başka birisinden toparlayınca, bir bütünlük çıktı ortaya. Birde ünlü tarihçi Necdet Sakıoğlu’ndan çok bilgi aldım. Necdet Bey, Ethem Ağa’nın torunu Agah Bey’in kızıyla evli. Kayınpederiyle uzun uzun konuşmuş,  notlar almış. Kitabın önemli karakterlerinden biri olan İbrahim Ağa’nın kaçış hikâyesini o notlardan derledim. Son kitabım sözcüğün tam anlamıyla içime sinen bir kitap oldu. Ama ilk kitabımı yeniden yazsam epey değiştirirdim herhalde. Eminim daha iyi yazardım.

 

Peki ne oldu bu aileye?  Siz olmasanız o debdebeli hayat unutulup gidecekti.

Kömür havzasının devletleştirilmesinin ardından kömürle iştigal eden kalmadı doğal olarak. Aile de yavaş yavaş dağıldı. Çoğu İstanbul’a Ankara’ya gitti. Herkes bir yere dağılınca Zonguldak’la ilişkileri kesildi. Ama aile hâlâ bağlı birbirine. Yılda bir kez Amasra’da buluşulur. İnanır mısınız, kitabın birçok yerini ağlayarak yazdım. Yazarken siz o insan oluyorsunuz. İbrahim Ağa’nın ölümünden çok etkilendim örneğin. Diğerlerin olaylarını yazarken aynı şekilde etkilendim. Ben bu ailenin bu tarafını yazmaktan çok memnunum.

 

Bir hayat yaşandı, bitti. Onlar ileride böyle bir Amasra ve böyle bir Zonguldak  hayal ediyorlar mıydı sizce?

Kesinlikle hayır. Şu anda Amasra da, Zonguldak da bir beton yığını. Yeşil doku kaybolmuş tümüyle.  Ben çocukluğum Zonguldak’ına dönmek isterim. Beton yığınına dönmüş bir Zonguldak çok yoruyor beni. Denizden gelmiş de karaya vurmuş gemi gibi binalar. Tabii çok üzülüyorum Zonguldak’ın betonlaşmış haline ama elden gelen bir şey yok. Yalnızca buralar değil ülkenin her yanı bundan payını aldı ne yazık ki.

 

Sayın Karaoğuz sorularımıza içtenlikle yanıt verdiğini için teşekkür ediyorum sizlere.

Ben de sizlere teşekkür ediyorum. ZOKEV ailesinin bize gösterdiği konukseverlikten çok hoşnuduz. Çok güzel duygularla ayrılıyoruz Zonguldak’tan. Doğup büyüdüğüm kente böylesine sahip çıkan ZOKEV’lilere başta Yönetim Kurulu başkanı Kürşat Coşgun olmak üzere teşekkür ediyoruz.

Röportaj: Ahmet Öztürk