İşte Can’la yapılan candan bir sohbetten kesitler…

“Bu kentin haini, asalağı, yankee’si çok”

“Bu kenti yok etmenin start noktası Büyük Madenci Grevi’dir.

“Halkevi’nin temellerini kendi elleriyle atmış bir aydın insan yaşadı Zonguldak’ta. Adı: Mithat Akif.

“Zonguldak deresini Asma’ya kadar deniz seviyesin altına indirelim. Tuzlu su buraya ulaştığında mikropları da arındırır. Ondan önce de çöp barajları oluşturalım. Böylece liman da kurtulur. Asma dolmuşçuları gondolcu olsun” 

“1923’te Zonguldak madencileri adına toplu sözleşme görüşmesine oturan Laz Emin’in öyküsü yok sayılıyor.”

“Fransa’dan Türkiye’ye üç tane piyano geliyor. Biri İstanbul’un. Diğer ikisi Zonguldak ve Amasra’da.”

***Bu röportajımda Zonguldak’ı tanıtmalıydım. Biraz düşündüğümde beni Zonguldak’ın geçmişinden bugüne kadar en iyi bilgilendirecek tek isim vardı. Eğitimci, gazeteci, yazar Saffet Can…

Bu güzel günü değerlendirmeliydim. Hava çok güzeldi. Hemen kendisini aradım, beni kırmadı ve limana doğru yürümeye başladık. Zonguldak’ın geçmişten bugüne hikayesini kendisine sordum. Öyle kaptırmışım ki kendimi sanki o anları yaşamış gibi. Geçmişten bugüne alıp götürdü beni.Evet hadi birlikte okuyalım.

Neresinden başlanır ki?

Aslında başka bir şey bu. Bir zamanların “Altına Hücum” filmlerindeki gibi göçler alan, ama daha sonra tükenen her altın madeni gibi önce barakası yakılan, çadır ipine bir tekme vurulan toprak parçasından söz ediyoruz. Zonguldak’ın kitapları yazılıyor, filmleri yapılıyor ama yine de bir yerlerde eksikler olduğunu düşünüyorum. Sadece bu da değil, hissediyorum. Bu topraklarda doğduğum için duygusal davrandığımı sanmayın; bütün vatan toprakları güzeldir, kutsaldır, ama bu kömür kenti için söylemek istediklerim daha başka.


“KÜÇÜK İSTANBUL”

Bir kez emekten söz ediyoruz. Bu, “en yüce değer” demek. Biz böyle gördük, duyduk ve inandık, böyle de yaşamaya çalışıyoruz. “Küçük İstanbul” derim ben buraya. Sadece ulusal bazda değil, uluslararası düzeyde bir emek yoğunluğu konuşmaya çalışırken dikkatli olmak lazım. Mısraların kafiyelerini denk getirince şiir olmuyor. Yanlış ilacın hastaya hiçbir faydası yok.

Batı Karadeniz’in bu küçük İstanbul’una göçmeyen kalmamış ki. Bunlar biliniyor. Ama şimdi katar tersine döndü. “Altın bitti” dedi birileri. “Ne çabuk ulan?” dedikse de iş olacağına vardırıldı. Bu kenti yok etmenin start noktası Büyük Madenci Grevi’dir. Aynı madenci düşmanlığı Teatcer zamanında İngiltere’de yaşandı. Daraltma, kapatma, üretim araçlarının tahrip edilmesi; aklına ne geliyorsa bütün hainlikler ve yurt düşmanlığı. Üretim biçimi, çıkarlar ve hainler aynı olunca sonuç da aynı yola çıkıyor.

 















 

“BU KENTİN HAİNİ, ASALAĞI, YANKEE’Sİ ÇOK”

Bu konuda da söylenecek çok şey var. Ama ben asıl insan faktöründen söz etmek istiyorum. Hemen baştan belirteyim bu kentin haini, asalağı, yankee’si çok. Bir çırpıda görüyorsun bunları. İstanbul’da artist görmek istersen Yeşilçam’a gidersin. Deniz kenarında bir kadeh için Boğaz yolu. Balık-ekmek Galata’dadır. Kumkapı’da meyhaneler. Zonguldak’ta öyle zahmetin yok, Gazipaşa Caddesi’ne çıktın mı, hepsini görürsün.

Hain çok dediğim genel ve yerel yöneticiler içindir. Hele siyaset cephesi aklının basmayacağı iğrençliklerle, köylü kurnazlıklarıyla dolu. Bana söyler misin, Zonguldak’ı yönetenlerden bize miras kalmış güzel bir şey var mı? Yani biz, içimiz rahat olarak “Onun sayesinde rahat ettik” diyebileceğimiz hangi güzelliğe sahip olduk veya tanıklık ettik? Kocaman bir hiç.

“HALKEVİ’NİN TEMELLERİNİ KENDİ ELLERİYLE ATTI MİTHAT AKİF”

Liseli yıllarımızda Zonguldak Halkevi’ne giderdik. Dersimizi orada çalışırdık. 

Devletin yargıcı, savcısı, vali yardımcısı, üst düzeyden memurları da gelirdi oraya. Müzik kolunda çalışmaları vardı. Halka konserler verirlerdi. Her şey para değildi. Bizden önce de okuma-yazma seferberlikleri yapılmış aynı yerde. Bilmek acı veriyor. Akşamdan sabaha bir kurtuluş beklentimiz yok. Keşke haberimiz olmasaydı, mutlu sanırdık kendimizi.
B
ak, bu Halkevi’nin temellerini kendi elleriyle atmış bir aydın insan yaşadı Zonguldak’ta. Adı:Mithat Akif.

Cumhuriyet’in olduğu kadar kentlerin ve köylerin tarihlerini de buralarda aramak gerekiyor. Vefa diye bir şey var. Kaç kez söyledik, yazdık-çizdik, olmadı. Hayali kahramanlara övgüler düzüldü, heykeller yapıldı ama Akif gibi şahsiyetler için pano bile yapılmayan bir kentin yerel yöneticilerine de, atanmışlarına da “Yankee” demekten başka hiçbir iyi niyetim olamaz. Gerçekte yok edilmeyi istiyorlar…

 

Mithat Akif, milli mücadele yıllarında İstanbul Hükümeti’nin İngilizlerle yaptığı işbirliği sırasında yurt genelinde Malta Adası’na sürülmüş, orada 736 gün esir kalmış Türk aydınlarının Zonguldak ayağıdır. Başka söze gerek var mı?

Bir heykeli yapılamaz mıydı? Gençlere anlatılamaz mıydı? Ulan para da istemiyoruz sizden bizim Dökümcü Nazmi’nin hayrına engel olmayın yeter. Başka türlü isyan bilmiyorum şu anda. Nazmi kardeşim bağışlasın.

“ASMA DOLMUŞÇULARI GONDOLCU OLSUN”

Ama Keloğlan masalları daha cazip geliyor. Çünkü bunun altında sömürü vardır, rant vardır, ihanet ve hırsızlıklar vardır. Hiç unutmuyorum bir seçim öncesi içki içtiğimiz yere zamanın Belediye Başkanı İsmail Eşrefgelmiş ve yeniden oy istiyordu. İş gele-dolaşa bizim fikirlerimizin alınması seneyi-devriyesine gelince sayın başkana “Zonguldak deresini Asma’ya kadar deniz seviyesin altına indirelim. Tuzlu su buraya ulaştığında mikropları da arındırır. Ondan önce de çöp barajları oluşturalım. Böylece liman da kurtulur. Asma dolmuşçuları gondolcu olsun” demiştim.



 

 

 













  

“DEBİSİ ARTACAK”

Öyle değilmiş. Seçimden sonra derenin altına kaç torba olduğu meçhul çimentodan oluşturduğu betonları döktü. Savunması “Debisi artacak” şeklindeydi. Nasılsa halk “debi”nin ne olduğunu bilmiyor ve bu çok teknik eleman ya, yedik. Senin debi ile ne işin var? Doğal akarsulara turbo takmak hangi aklın işi? Ama gel gör ki; harcanan para, yok edilen şey halkın emeğidir, alın teridir. Sonra yine aynı şahsiyet seçildiği belediye başkanlığı görevini bırakarak, milletvekili olma kaportasıyla verdiğimiz oyları çöpe atıp o belediyeden kaçmıştır. Bu söylediklerime itiraz etse de halkın böyle konuştuğunu şimdi burada sizin aracılığınızla iletmek istiyorum. Arkadan konuşmak işimiz olmadı.

“LAZ EMİN’İN ÖYKÜSÜ YOK SAYILIYOR.”

İşçi sendikalarına da bir öneride bulunayım söz açılmışken. Sendikanın olmadığı yıllarda, 1923’te Zonguldak madencileri adına toplu sözleşme görüşmesine oturan Laz Emin’in öyküsü yok sayılıyor. İki kitap yayınladım. Biri bu kahramana aittir. Başka da kitap yayınlamayı düşünmüyorum. Yapılan toplu sözleşme görüşmelerinde kendi işsizliğine imza atan, ancak madenciyi satmayan, her türlü rüşvet ve kişisel çıkarları reddeden bu işçi önderine sendika sahip çıksın. İlkelerini yaşatsın. Hayali kahramanlara övgüler düzmek sendikacılara bir fayda sağlamaz.

“BU KENTTE YAŞAMAKTAN SIKILDIM”

Eskiye döneriz ya, gelelim bu güne. Bir yurttaş olarak da, Zonguldaklı olarak da bu kentte yaşamaktan sıkılıyorum. Şöyle bir bakın. Kentin ortalık yerleri mülteci çadırlarıyla dolu. Suriyeliler için kurulmuş çadır kentler bu kentten daha düzgün. Acılık’ta, Belediye’nin tam karşısında var bir tane. Üstelik yerel yönetim bunlardan kira da alıyor. Diğeri Fevkani Köprü altında. Haftanın iki günü pazar eklentisi için sergi yeri, diğer zamanda kimin kullandığı belli olmayan gizli otopark. Hangi köyde var? Daha ne söylemeliyim? Yol boylarında belediye otoparkçılarını görmek canımı sıkıyor. O topraklar için kan vermiş bir milletin çocuklarından bir şekilde kira alınması onuruma dokunuyor.

“YIKIN ŞU UCUBEYİ”

Zonguldak Lavuarıı’nı yıktılar. Basit bir şey gibi görünüyor değil mi? Ama bilinçli. Hiç kimse “eski teknoloji, şimdi neler çıktı” savunması yapmasın. Yapamaz. Yıkım başladığında “Hiç değilse fotoğraf çekmemize kimse karışmasın” çığlıkları atan kişilerden biriyim. Geri kalanlar yankee ve hurdacılardı. Tepki büyüdü. Dağ oldu. Sonunda her zaman olan oldu ve iş bittikten sonra yağma sırası bekleyen yapılardan pek azı koruma altına alındı. Aklı kıt ve sahibine göre çalışan bir satılık gazeteci de günlerce, hatta aylarca “yıkın şu ucubeyi” şeklinde provakatif yayınlar yaptı. Söyledim ya, haini çok bu kentin. Ama Türkiye’nin de öyle…

“İNSANLIĞIN MİRASINI ÇÖPE ATAMAZSIN”

O yıkılan ne olabilirdi? Hiç internete bile bakmadılar biliyor musun? Benzerleri Almanya’da, Avusturalya’da müze yapılıyor. Belki bilmiyorlardır diye bunları da yayınladık. Dünyadaki örneklerini gündeme getirdik. Duyan olmadı. Hala kömür üretimi nedeniyle hayatlarını kaybeden binlerce kişinin “idareten şehit” sayıldığı bu topraklarda müze yok, bu bir. İkincisi, tarihe mal olmuş ağır endüstri teknolojisini torunlarımızın görüp öğrenmesine ancak düşmanlık çizgisi engel olabilirdi. Öyle de oldu.

Üretim bir kültür ve devamlılık işidir. Müzeler böyle amaçlara hizmet ederler. İnsanlığın mirasını çöpe atamazsın. Elbette karşı çıkarız.

“Yapmayın-kıymayın” dedik. “Ne olacak o tuğla bina orada?” diye yanıtlayan aydınlar bile oldu. İnkâr edebileceklerini bildiğim için kaydettim. Biri şu anda Zonguldak’ın kültür kurumlarından birinde yöneticilik yapıyor. Kendi eleştirisini kendi yaparsa daha anlamlı olur. Dahası bir gece vakti, lavuarın evrakları yaktı aynı hainler. Ataşe koştum gece vakti. Bize verseler okurduk, bilgisayarda tarar gençler için bilgiye dönüştürürdük. Bu işler için kimseden ödenek de istemedik.

“FİLYOS PROJESİ” KOCAMAN YALAN

Valla bu kent cumhuriyetin ilk kenti belki ama bundan sonra köy bile olmaz. “Filyos Projesi” denilen şeyi herkes bir ciddi sanıyor. Kocaman bir yalan. Sözü edilen topraklardaki yerleşim alanının altı daha kıymetli. Koca bir tarih yatıyor. Denizin içine kadar uzanan büyük bir yerleşke. Ama hangi kafaya anlatacaksın? İkincisi hayal sömürenlerin uykularını kaçıracak ki, hiçbir yabancı sermaye dere yatağına fabrika kuracak kadar enayi değil. Bırakın tarım alanları ve tarih kendi bildiği gibi yaşasın. Bizi de kandırmayın.

“REKLAMA NE LÜZUM VAR”

Hadi biraz bu günlere dönelim. Zonguldak Valiliği önünden her geçtiğimde gülüyorum. Üzüntülü bir anım olursa yine oradan geçeceğim inan buna. Sahi, vali bey nereli? Işıklı reklam yaptırmış kendine. Kayan yazı kayıyor: “Zonguldak Valiliği”… Reklama ne lüzum var, kime sorsan gösterir seni. Bir sürü vali gördüm, il gezdim ama öyle bir şey görmedim. Olsun eğlence işte. Komik.

“Bir sürü il” dediğim daha yeni. AKP’nin dayattığı 4+4+4 saçmalığı için sendikamız Eğitimsen yurt genelinde eylemler yaptıydı. Bu nedenle oraları görme şanım oldu. Rize’den Tokat’a yurt genelinde derdimizi anlatmaya çalıştık. Sivas’ta insanların ateşe verildiği otelin arka camlarını görme şansımız da oldu. Ama Zonguldak’tan paspalını hiç görmedim. Ordu’da teleferik vardı örneğin. Kim niye akıl etmişse. Ama farklı bir hava yaratmış.

“BİR KİŞİLİK DAHA YER”

Acılık’taki yaya köprüsünden geçiyorum ama geçemiyorum ki. Önümde bir grup. Kimi yaşlı insanlar, bazıları kol-kola. “Bir kişilik daha yer” olmalı diye düşünüyorum elbet ve o anda saksıyla karşılaşıyorum iyi mi? Gidin-görün. Saksıları yapmış belediye, çiçekler de dikmiş ama dereden tarafa yapaydı keşke. Bir kişi daha rahat ederdi. Yani saksıları insanların geçtiği tarafa değil de dışa koyacaksın. Sıfır masraf, aynı malzeme. Anlatamadığımı biliyorum. Bu yüzden Windows daha büyük pencere ve çarşıya inmekten bile nefret duyar hale geldim.Vergi dairesinin yanına park etmeyi engelleyici kazıklar çakmışlar. Öyle iri ve kaba şeyler ki, ağır tonajlı gemi bağlasan çekeri var. Değnekçi ve yasakçı kafalar nasıl oluştular böyle?

“ZONGULDAK’TA DÜŞMAN İŞGALİ DİYE BİR ŞEY YOK”

Ankara’nın köy olduğu yıllarda Fransa’dan Türkiye’ye üç tane piyano geliyor. Biri İstanbul’un. Diğer ikisi Zonguldak ve Amasra’da. Kültüre bakar mısın? Laf başında Zonguldak’ın kurtuluşu kutlanıyor. Hep yalan. Zonguldak’ta düşman işgali diye bir şey yok. Zaten Fransız kökenli işverenin malı. Adam padişahtan kiralamış. Sözleşmesi imzalanmış. Konu kömür madeni olunca kendiliğinden bir ağır sanayi endüstrisine dönüşmek zorunda. Kimi nereden kurtarıyorsun. Ulusal Kurtuluş savaşına Fransız kömür şirketinin gönderdiği yardımlar var. Bunlar kayıtlarda. Bizzat Atatürk’e gönderiyor. Fransızlarla birlikte müzikten tiyatro ve sinemaya kadar bir dizi kültürel etkinlik de gelmiş. Şiir ve edebiyat konuşuluyor. Vala Nurettin’in “Bu dünyadan Nazım Geçti” kitabında var bunlar. Düzce’de gerici ayaklanma başlayınca yaylı paytonla Zonguldak’a geliyorlar. Sabah da kaçıyorlar. O zamanın kömür patronları karşılıyor onları. Krallar gibi ağırlanıyorlar.

Cumhuriyet kurulmuş ama şimdi “Düşmandan kurtardık” dediğin Fransız patronla da sözleşmen var. Bir yanda Osmanlı’nın dış borçlarını öderken onlarla yaptığı sözleşmeyi de yok sayamazsın ki. Atatürk 1937 yılında kamulaştırıyor Zonguldak’ı. Parasıyla alıyor yani. Üçbuçuk milyon lira ödüyor.

İşte belge

Kanun tarihi: 31 Mart 1937

Resmi gazetede ilan edildiği: 30 Nisan 1937

Resmi Gazete ( 1937 Mart/ Nisan 1937) sayı: 3593

(Sf: 480-481):

“Hükümetle Ereğli şirketi (Bu “Zonguldak” demek) arasında akdedilen satın alma mukavelesi.

Bir taraftan mukavele metninde kısaca “Hükümet” diye gösterilen ve İktisat Vekili ve İzmir Mebusu Celal Bayar tarafından temsil olunan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti,

Diğer taraftan mukavele metninde kısaca “şirket” diye gösterilen ve idare meclisinin 7 ve 19 Mayıs ve 9 Temmuz ve 3 Ağustos 1936 tarihli kararları ile kendisine verilen selahiyetlere istinaden hareket eden murahhas aza GustaveBoissiéretarafından temsil olunan Ereğli şirketi arasında aşağıda yazılı hususlar kararlaştırılmıştır.

(.........)

(sf: 485-486):

“MADDE-11

İşbu mukavele tasrih olunup şirket tarafından Hükümete devrü teslim edilecek hukuk ve menfai ile bilûmum mevcudatın bedeli: 3.500.000 T.L .(Üç milyon beş yüz bin Türk lirası)olarak tespit edilmiştir. İşbu bedele aşağıdaki miktar ilâve olunacaktır:

İşte bu. İnternetten ulaşabileceğiniz bir belge olduğu için daha detaylı söz etmiyorum. Ancak keşke Fransız kalaydı. Bunca yağma ve çarpık kentleşme görüntüleriyle karşılaşmayacaktık.

















“NİYE YAPTIN YOLUN BİR TARAFINA DEMİR ÇİTİ?”

Bu nefrette zamanın belediye başkanı İsmail Eşref’in olduğu kadar diğerlerinin de payı var. “Niye yaptın yolun bir tarafına demir çiti?” diye sorduk kendisine. İl başkanı Sayılı atik davranıp yanıtladıydı: “Çok önemli bi’şe çocuklar yola atlıyorlar.” İyi de aynı çit öbür tarafta yok ki? Ne ayaksın ya, çocuklar caddenin aynı tarafından mı geçiyor hep. Belli ki otopark korkuluğu yapmışsın. Devletin parasıyla ördüğün çit yüzünden insanlar bir dizi engelle karşılaşıyorlar. Harbiden devletin yolunda otopark yapıyorum de canımı ye. Verdiğimiz vergilerin neye yaradığını biliyoruz biz. Önce köprü yapıyorlar, sonra da parasıyla üzerinden geçiyoruz. Oto yol paralarımız da bu şekilde. Bunca yolsuzluk, arsızlık ve yağma varken milletin ve devletin göçmemesini de hayranlıkla karşılıyorum ama. Asıl çelişki de burada. Hep iyiler ölüyor sanırsın. Cenaze törenlerinde sorulan malum soruya “kötü bilirdik” diyene rastlamadım. Bunda da hayır var belki. Hakkını helal etmeyince gömmüyorlar mı? Hiç tanık olmadım.

“DÜŞMAN DENİZE TAM DÖKÜLMEMİŞ”

Dahası var bunun. Kurtuluş Savaşı sırasına %60 civarında kaçak olduğunu biliyor musun? Onların zürriyetleri iktidar olursa şehitlerin akıbetti ne olur hiç düşündün mü? Benim dedem de, sülalemden herhangi bir kişi de hiç kaçak olmadı. İzini sürebildiğim kadarıyla cenazesi köyüne ulaşamamışlar var. Bunları konuşacak değilim. Ama unutacak da değilim. Yani Kurtuluş Savaşı denilen olayı gerçekleştirenler %40 civarında ve bizim sayımız hala artma göstermemiş. Demek ki düşman denize tam dökülmemiş. İşte bunu tamamlamak lazım. Ben varım arkadaş, seni de yanımda isterim!

İşte bu kaçaklar cumhuriyet sonrası dağlarda yol kestiler. Otobüsleri durdurup kadınların ziynetlerini gasp ettiler. Cumhuriyet biraz sert davrandı ama beslese miydi? Hem savaştan kaçıyorsun, hem de halkı soyuyorsun. Konu Zonguldak olmasaydı Siyonistleri de anlatırdım sana. Çünkü bizim topraklarımız yurtseverleri öldürecek kadar bereketlidir.

Bugünlük bu kadar olsun. Belki yine konuşuruz…

1950-51 gibi çekilmiş. Fotoğrafı çeken Menno Veneeklas. Liman inşaatında çalışan Hollandalı personelin muhasebe işlerini yürütüyor. Kızı Marina Zonguldak’tan gittiğinde 8  yaşındaymış. 48 yaşında ikinci kez Zonguldak’a geldiğinde valizinde yüzlerce fotoğraf vardı ve bizimle paylaştı. Telif ücretini de ödedik, öderiz. Tek şartı babası “Menno”nun adı anılsındı. Biz de anıyoruz. Menno bu fotoğraflardan dört suret bastırmış. Birincisi Amerika’ya gönderilmiş. Diğeri Hollanda’ya. Üçüncüsü o zamanın TTK’sına. Dördüncü de Menno’ya. Amerika ve Hollanda’yı geçelim. TTK’dakiler meçhuller arasında, belki de Sekalık. Sonuncusu Menno’daki. Şu anda bir tanesini görüyorsunuz.