O sıralar yeğen burda. Ben çalışıyorum, çocuk Zonguldağa geldiğinden beri, benim evle anneannesinin evinin arasında gidip gelmekten başka bi şey yapmıyor diye üzülüp, değişik bir aktivite bulmalıyım konusu aklımı kurcalıyor hep. Derken bir öğleden sonra telefonum çalıyor. Arayan, benim tiyatro ve film ekibinden kardeşim Acar. Yöresel türkülerin öykülerini anlatan belgesel bir program hazırlamak üzere TRT ekibi gelmiş Zonguldağa ve rol alacak yerel oyuncular arıyorlarmış. "Katılır mısın abla?" dedi. “Yok katılamam, katılırsam yüzyılın gerzeği unvanına nasıl sahip olurum. Öyle tırıvırı işlerle zaman kaybedemem, haa olur entiviemesenbisi, ya da ne biliyim bibisi, olmadı diskoveri gibisinden uluslararası kanallar, ellerinde kapı gibi sözleşmelerle gelirler, bakarım o zaman, TRT de neymiş hıh!.." şeklinde bi tarafı kalkık hallere girmedim tabi ki ama valla böyyük bir sanatçı olup ta o kanalı istemem bu olsun, bunu istemem o olsun kaprisi yapmak da baya havalı olurdu hani, neyse büyüyünce o da olur inşallah, daha ne kadar büyüyeceksem artık? Hakiketen çatlağım ben be. :) Tabi ki can-ı gönülden kabul ettim.

Hemen o akşam yeğenle beraber apar topar buluşma noktasına intikal ettik. Neyse ekiple tanıştık kaynaştık gülüştük oynaştık öpüştük koklaştık derken farkında değiliz konu iyice kayıp, acaip bir istikamete doğru gidiyordu ki, birisi “höt noluyo len” dedi de mevzunun istikametini bozup kendimize geldik. Yoksa maazallah her birimiz yönetmenin yatağından geçecektik, napcan mecbur, kural bu. Ama öğrendiğime göre korkulacak bi şey yokmuş, ortaya bi yatak konuluyormuş yönetmene ait, herkes sırayla 10 dk şöyle bir yatıp dinleniyormuş filan, bi numara yok yani,  ha o esnada yönetmen yatakta mı orasını bilmiyom ben tecrübe edemeden yatağı topladılar niyeyse?   Picamalarımın üstündeki su aygırı figürü caydırıcı hatta tövbe ettirici bir etki yarattı herhalde :) Şaka valla, yok böyle bir durum.. Hani derler ya meşhur olmak için kim bilir kaç yönetmenin yatağından geçti filan diye, oradan bir espri çıkar mı diye baktım, hasıl-ı kelam çıktı ama ahlaksız oldu biraz be. Olsun varsın, ahlaksız espriler her zaman adamı öldürür gülmekten di mi? .. Aha ölmüşler ya bunlar, abari.. Tamam bu da bana bi ders olsun (Temel hesabı, asılacakken söylemek istediğin son bi şey var mı diye sorulunca bu da bağa bi ders olsun demiş ya J) bi daha ahlaksız espri yapmak yok. Hıh kerttim şuraya ok.

Ertesi gün sabah sekiz, buluştuk. 2 minibüs, 2 tır, bir özel araçla Devrek Beycuma Hüseyin Çavuşoğlu köyüne doğru yola çıktık. Muhabbet, şamata, gırgır hoplaya zıplaya malum köy yollarından geçerek vardık çekim alanına. Hemen bir ev ayarlandı. TRT set ekibi, tırdaki kostüm kolilerini bize tahsis edilen bir odaya taşıdı. Bu yazıda o ev ve oradaki gelinden bahsedeceğim izninizle. Garip bir ev bu. Merdivenle çıkıyorsun eve açılan demir kapıya. Kapının demir oluşu,  ev değil de soğuk hava deposuna giriyormuş hissi veriyor insana. İlk adımınızda oldukça geniş bir holde buluyorsunuz kendinizi. Bu holde  sağlı sollu 2-3 odacık var. Odacık diyorum çünkü, holden onları ayıran duvarları yok. Onun yerine tavandaki bir kornişe asılmış, eskilikten delik deşik olmuş perdeler kullanılmış. Sadece holün sonunda bir kapı var. Oradan girdiğinizde de iki minik  odacık daha çıkıyor karşınıza. Biri banyo biri tuvalet.  Hol ve odacıklar koyu yeşile boyanmış. Tavan köşelerinin çoğu rutubetten simsiyah. Öyle ki bu katran karası küf, duvarlara yaslanmış yatak yorgan denklerine kadar ulaşmış. Döşeme kalın kahverengi muşambayla kaplanmış. Ama yer yer aşındığından alttaki betonun o aralıklardan göz kırptığını görüyorsunuz. Ufak halılar serilmiş bir kaç yere gelişigüzel. Onlara basmak istiyorsunuz, muşambanın deliklerinden size bakan betonun gözlerine basmaktansa ama o an güçlü sesiyle ben buradayım diyen rutubeti bir kez daha hissediyorsunuz. Çünkü yüzeyleri, yeşil badanayla uyumlu  pamuk yumuşaklığında ince bir küf tabakasıyla kaplı. Odacığın birinde, geçmişte yaşayan bu evle ters orantılı, son teknoloji ürünü bir plazma tv göze çarpıyor. Seyretmek için üstüne oturdukları ve muhtemelen geceleri açılarak yatak olan  çekyatlar dökülüyor. Bir çok yerine sağlamlaştırmak için haricen tahtalar çakılmış. Benim gibi baskül bozanların oturmak yerine ayakta durup tozunu almayı tercih ettiği cinsten yani. Birden genç bir hanım giriyor kucağında bebeğiyle içeriye. Güzel bir hanım bu ve gülen gözleriyle hoş geldiniz diyerek karşılıyor bizi. Ekip hazırlıklarına devam ederken, ben de sohbet ediyorum evin gelini olduğunu öğrendiğim bu genç hanımla. Bursa’da yaşarken bir vesileyle tanışmış bu evin torunuyla. Yaşları gereği yaşadıkları hormonel çalkantıları aşk zannederek evlenmişler çabucak. Kocasının babaannesinin evi imiş bu ev. Bahçede yetişeni pişirip yiyorlar, kocasının orda burada geçici işlerde kazandığı üç beş kuruşla da bir ay geçinmeye çalışıyorlarmış. Bir de çocukları olmuş. Bu rutubetli ve iç karartan evde büyümekte yavrucak. Hiç bir insanın üstüne yakışmayacak kılıkta bu evdeki yoksulluk. Kocasını merak ediyorum, kız aklı kaz aklı sözü geliyor aklıma. Esaslı, yağız ve yakışıklı bir delikanlıdır herhalde diyorum, değilmi ki, bunlara kanıp  üç kuşak ailelerin iç içe yaşadığı bu eve gelin gelmiş. Hay dilim kopaydı da demez  olaydım. Dışarıdaki bir çocuğu gösteriyor bana kocam diyerek. Gözlerime inanamıyorum. Evet bu bir erkek olabilir ama onu tanımlamak için gelişmesini tamamlamakla meşgul, ortaokul talebesi kıvamında bir ergen demek daha doğru olur. Hani "Hangi üniversiteye gitmeyi düşünüyorsun?" diye sorup, eğitimine katkı olsun diye cebine üç beş kuruş sıkıştırmak isteyeceğiniz bir tip.   Anlattıkça çokça çatışma yaşadıklarını öğreniyorum hem büyüklerle hem eşiyle. Hatta kocası olacak yerden bitme de ara sıra dövmüyor muymuş kadıncağızı. İçim bir tuhaf oldu, bu boğucu atmosfer ve içinde yaşanılan trajedi gözlerimi doldurdu. Tabi, hemen kıza verdim gazı “Senin elin de armut toplamıyor ya, sende vuruyorsundur bir iki osmanlı tokadı herhalde" dediğimde, “Abla, erkek yinede, kuvvetim yeter mi benim?” diye cevaplıyor beni.

Burnumuzun dibinde bir türlü yaşam şartlarını iyileştiremeyen, yoksulluk içinde debelenen aileler, bireyler yaşıyor. Kadınlar, kadıncıklar bu çarkın içinde en çok ezilenler oluyor. Herkesin tomurcuk tomurcuk umutları var açtığında bembeyaz gül olacak, ama açamadan boyun büküp solup gidiyorlar. Köylerimizde bir kişinin emekli maaşı aldığı üç kuşak aileler iç içe yaşıyor. Sorumluluk onlarda değil, vatanım, vatandaşım diyen herkesin. Sorun büyük ve can yakmakta. Doğanın hiç bir nimetini esirgemediği topraklarımızda bir cılız mutluluk dalına tutunmak için çırpınan insanlarımız var. Sesim geliyor mu, beni duyan var mı?