Kaç yıl oldu seni tanıyalı hiç hatırlamıyorum. Bazı insanlar öyledir zaten, öyle huzur verirler ki insana, ne zaman ve nasıl tanıştığınızın hiçbir önem olmaz, hayatınızdaki yeri ömrünüz kadar derindir ayrıca.
Mektupta yazacaklarımı düşünürken böyle bir derinliğin içinde kayboldum, inan buna. Şaka değil, Zonguldak’ın isli sokakları gibi yeraltının zifiri karanlıklarını da arşınladık birlikte, beyaz örtülü masalarda da kadeh de tokuşturduk.
Muhalefeti örgütleyip emek mücadelesini yükseltmek için sendikanın kapısına da dayandık yüzlerce yürekle, aynı sendikanın makam odasında sohbetler de yaptık. Sevinçler, coşkular gibi, hüzünleri de paylaştık sıkça.
Sırtım ürpererek söylüyorum, hayat denen devran ne çok şeyle imtihan etti seni, bizse o ateşten günlerde ne çok yalnız bıraktık. Birçoğu düpedüz çaresizlikten de olsa hayıflanmadan edemiyorum şimdi.
Yüzüne hep ayçiçeği tarlalarının aydınlığı vuran Soner kardeşimin acısını küllemek için verdiğin mücadelede çok az yanında olabildik mesela. O derin suskunlukta, acıdan dilsiz kalmak kadar, şairin, “Birini sorma gün gelir ben söylerim / daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim” dediği bir şey vardı sanki.
Hayatın en namuslusunu yaşadığını, onurunu, canının pahasına koruyarak tüm dünyaya kanıtladın. Hani birileri hakkında uğursuz bir kampanya yürütmüştü de, sen, öyle bir şeyle suçlanmayı kendine yediremediğin bedenini koymuştun ortaya.
Sadece o tavrın bile senin nasıl bir şövalye ruhu taşıdığını, anlatmaya yetip de arttı bence.
Yalnızca bu bile hayat imtihanından yıldızlı pekiyi alıp tüm dertlerden münezzeh olman için yeterli bence. Ama neylersin ki, bir de şimdi boğuştuğun musibet çıktı karşına.
Okurken “Bu mektup da nereden çıktı” diye bir soru dolaşabilir kafanda. Anlatayım.
Aslında birkaç arkadaş İzmir’e yanına gelmeyi planlıyorduk. Ancak tüm dünyayı yarı açık cezaevine çeviren virüs belasının getirdiği yasaklar, bizim planlarımızı da bozdu ne yazık ki. Gelemeyince, 4 Aralık’ı da fırsat bilerek böyle bir mektup yazayım dedim ben de.
Güzel kardeşim,
Biliyorum, babamın deyimiyle, bir yandan “canınla itişirken” diğer yandan da, aziz şehrin Zonguldak’ı merak ediyorsun delicesine. Kesinlikle eminim ki hastalığından daha çok buralardan uzak kalmak koyuyor sana. Hemen söyleyeyim, hiç yüreğini üzme, bu cephede değişen hiçbir şey yok çünkü. Herkes en iyi bildiği şeyi yapmaya devam ediyor.
Senin de yakından tanıdığın gözü dönmüş bir güruh, kentin tüm değerlerini akıl almaz bir acımasızlıkla yok ederken, bir avuç dal yürek karşı koymaya çalışıyor tüm gücüyle.
O güzel türkünün söylediği gibi “Gidip bir kötünün eline düştü bizim sevmelere doyamadığımız” kent. Onların elinde, dün-yarın ilişkisi kopmuş, kimliksiz bir kent haline geliyor. Bizimse bu şuursuzlukla mücadeleyle geçiyor ömrümüz.
Bildiğim bir diğer şey de aklının yarısının maden işçilerinde olduğu. Daha iyi bir dünyada yaşasınlar diye ömrünü vakfettiğin sürme gözlüler cephesinde de durumlar aynı hemen hemen.
Şurası bir gerçek ki, egemen güçlerin, Zonguldak kömür havzasıyla çok zorları var. Tufeylilerin, yaptıkları direnişlerle saltanatlarını sarsan yeraltı insanlarına karşı olan hınçları hiç bitmiyor. Bin bir yalan ve desise ile saldırıyorlar emek kentinin üstüne.
Buna bir de emek düşmanı politikalar eklenince mücadeleli günler emek güçlerini bekliyor.
Tam da böyle bir zamanda 4 Aralık Dünya Madenciler Günü kutlayacağız.
Ömrünün 31 yılını zifiri karanlıklarda tüketmiş bir madenci olarak söylüyorum ki, bugünler mücadele zemini olarak kullanılmazsa, zorun da zoru günler var önümüzde.
Geleyim sadede. Bu mektup bir kutlama yazısı aslında.
Bu nasıl kutlama mektubu diye düşünenler olabilir.
Hasta yatağını bile mücadele alanına çevirmiş birine başka nasıl yazabilirdim ki.
Dünya Madenciler Günün kutlu olsun kardeşim.
İnan bana bugünler de geçer. Biz hep birlikte dünyanın derinlerine yol vurmaya devam ederiz yine.
Şairin dediği gibi “Beraber güneşe güler, beraber dövüşürüz.”
Ama bir ricam var: Bu kez hayata karşı da tahkimatı daha sağlam tutalım e mi?
Kocaman kucaklıyorum kardeşim. Yasemin’e çok selam.