Türkiye’nin demokrasi tarihi, son elli yıldır “tekerrür”lerden ibarettir.
Oyuncuları değiştirip, senaryoyu da onar yıllık arayla kopyala yapıştır yapabilirsiniz.
Ve tarihin gerçeğidir ki, geçmiş kimsenin peşini de bırakmaz.
Ülkemizin "demokrasi kültürünün" kısırlığının ve tekrarlardan ibaret olduğunun en 
önemli nedenlerinden biri ise siyaset kurumunun politika üretmedeki kabızlığıdır. 
Türkiye’de siyasetin “düzmece” hedefleri olabilir ama ileriye yönelik bir yol haritası 
asla olmamıştır.
Hal böyle olunca, vatandaşın tercih kriterleri de tamamen soyut, magazinsel 
ve feodal gerekçelere yamanıyor. Sonuç ise, gittikçe “sağ”^laşan ve neredeyse 
monarşiye teslim bir ülke manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz.
Solun Türkiye üzerine oluşturacağı bir yol haritasına, sağ, işbirlikçileri ile birlikte 
hiçbir zaman fırsat vermemiştir. Dahası bunu düşünmesine bile fırsat verilmemiştir. 
Her şey bir yana, sağ, 70 yılın neredeyse 65 yılı tek başına, kalan beş yılı da 
koalisyonlarla iktidarda olduğu halde ülkede olup bitenin faturasını sola kesecek 
kadar pişkin ve cüretkâr olmuş, başarı da sağlamıştır..
Ülke demokrasisinin sağ yelpazesi her zaman minareyi çalarken kılıfını uydurmak 
da asla zorluk çekmemiştir. Bunun için de vatandaşın aklını, vicdanını, ahlakını 
fütursuzca kullanmayı şiar edinmiştir.
Sağ muhafazakarların ülke demokrasisine tek katkısı “sol eleştirisi” mayasını 
iyi tutturmasıdır. Tüm bu hengame içinde devlet içinde çete, paralel devlet v.s 
yapılanmalar, fiili varlıkları inkar edilse de ülkemiz demokrasisinin asli bekçileri 
olmuşlardır. 
Bu yapıların özellikle iktidarlarla birlikte palazlanmaları, geçmişle gelecek arasında 
hesap sorma kolaycılığını da yaratmıştır. 
Düşünün ki, 1961’de 1950-60 arası, 71’de 1960-70 arası, 81’de ise daha da vahim 
bir şekilde 1950-80 arası “faşizmin yargısına” takılmıştır.12 Eylül faşist darbesinde, 
ülkenin aydınları 30-40 yıllık geçmişlerinden yargılanmışlar, hapislere atılıp işlerinden 
edilmişlerdir.
2000’li yıllar sonrasında ise, AKP iktidarının “ileri demokrasi”si, benzer 
yapılanmaların en vahşisine bile dudak uçuklatacak yöntemleri geliştirmiştir. Bunu tek 
başına mı yapmıştır? Artık ayan beyan ortadadır ki, bugün şikayetçi olduğu “paralel” 
hizmetkarları ile başarmıştır.
Tam da bu noktada Sayın Başbakan’ın söylemi son noktayı koymaktadır. “Demokrasi 
sonuç değil, araçtır”
İbretliklerin tezahürü “tekerrür” demokrasimizi, bu nedenlerledir ki, en iyi kullananlar 
da “demokrasiyi araç” gören dikta meraklısı akıl ve vicdan tacirleridir. 
AKP ve bugün aklı sıra reddettiği cemaat paralel devleti son on yıldır öncelikle 
kendisine karşı duran veya durmaya çalışan her türlü muhalefeti, gün ve gün 
hazırlattığı düzmece iddianamelerle yargılamaya veya yıpratmaya çalışmıştır.
Ardından içinde yuvalanmaya çalıştığı “ordu”yu, “darbe hazırlıklarını” gerekçe 
göstererek itibarsızlaştırmaya ve ayak altından çekilmeye zorlamıştır. Bu işi, daha da 
profesyonel yöntem ve taktiklerle ileriye getirmiş ve yargılanmalarını sağlamıştır. 
Polis okulu sınavlarını bile açıkça soruları çalmak suretiyle cüretkarlığını gösteren 
bu oluşum; KPSS, SBS, LYS, TUS v.s gibi gençliğin en masum sınavlarında bile 
yaptığı usulsüzlüklerle okullarda ve kamuda devletin ele geçirilmesi entegrasyonunu 
tamamlamıştır. 
Burada çarpıcı bir nokta ise, özellikle MHP’nin kilit ve kritik oylamalarda AKP’ya 
payanda olması devletin içinde yıllardır var olan gücünün bir kısmını yitirmeme 
kaygısından ibarettir. Eline aldığı kağıdı okumakla bağırıp çağıran bir MHP, 11 yılılk 
AKP-Cemaat iktidarının stepnesi olmuş, bulanık gölde balık avlamayı kendine politika 
edinmiştir.
Tüm bu süreçte sol muhalefet ise, özellikle görsel ve yazılı basının sansürünün de 
katkısıyla sadece seyir halinde kalmış, AKP-Cemaat arasındaki tepişmeden kendine 
saf bulma derdine düşmüştür.
Son on yılda en güçlü muhalefet siyasal soldan gelmemiş, gençliğin ateşi ile 
başlayan Gezi isyanı halkın önemli bir kısmı ile bütünleşerek iktidardakilere belki de 
ilk uyarıyı göndermiştir. 
Gezi isyanından fitili ateşlenen halka bir şerbette “paralel devlet” hizmetkarlarından 
gelmiştir. Şimdi vatandaş ortalıkta olup-biteni çözmek de güçlük çekmektedir. 
Yıllardır muhalefetin var dediği yolsuzluk ve hırsızlıklara kulak tıkayan halk, pastayı 
paylaşamayan AKP-Cemaat kavgasında, “bu gidişat iyi değil” demeye başlamıştır.
Olup biteni küresel argümanlara bağlayan iktidar, ısrarla kaçsa da kendi bindiği dalı 
kesmeyi devam etmektedir. 
AKP bu günlere, algılayarak değil, yargılayarak geldi. 12 Eylüllerin yarattığı canavarı 
besleyip büyüten AKP, şimdi yarattığı canavarın yemi olmaktan kurtulmaya çalışıyor. 
Belli ki, ava giderken avlandı. Şimdi kendisi köşe bucak yargıdan kaçma telaşı içinde. 
Biliyor ki, siyasette kurdukları tezgahları, birileri kendileri için hazırlıyor.
Biz söylememiş olalım. Ama adına kumpas denilen al gülüm ver gülümü Savcı Öz 
itiraf ediyor: ”Ergenekon, Balyoz gibi soruşturma ve yargılamalarının yarattığı güven 
ve sükun ortamından beslenenlerce bana bu oyunlar oynanıyor.”
Diğer yandan muhalefet sesini yükseltiyor: “İstediğiniz kadar kaçın, sizi 
yargılayacağız”
Anlaşılan o ki, Türkiye demokrasisi yeni tekerrürlere hazırlanıyor.
Ama sancıyı tanımlamak zor. Neşter ise, 30 Marta kaldı.