Eskiler kendi çocukluk veya gençlik yıllarından bahsederken ''Hey gidi günler hey!'' derlerdi. Genellikle bu geçmişe özlemi ifade ederdi. Ama bazen de  kötü anıları veya hüznü  hatırlayınca da söylenirdi.
Şimdi biz de eskidiğimiz için ''Hey gidi günler hey!'' diyoruz. 
Elbetteki geçmişe dair özlediğimiz şeyler de vardır. Ama bizim yazımızın konusu özlemediğimiz; hatta hiç istemediğimiz şeylerle ilgili olacaktır.
Bildiğiniz gibi, insan hafızası unutkandır. Hatta meşhur bir özlü sözümüz şöyle der: ''Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.''  Bu günkü Türkçe ile anlamı; ''İnsan hafızası unutma özürlüdür'' demektir. Halbuki geçmişi bilmek; özellikle genç nesiller için çok önemlidir. Geçmişini bilmeyen bu günün kıymetini bilemeyeceği gibi yarınını da iyi değerlendiremez.
Ben 68 kuşağındanım. Bu kuşak çok özeldir. Zira bu kuşak bir insan ömrü süresi içinde bir çok çağı birden yaşamıştır. Doğduğu yıllarda Orta Çağ şartlarını yaşayan Türkiyeyi de görmüştür; bu gün, ekonomik açıdan Dünyanın 1.nci liginde oynayan Türkiyeyi de görmektedir.
Bu konuda kendimi örnek göstermek isterim: Çocukluğumda, özellikle yazları kadınlar ve erkekler yalın ayak gezerdi. Zira giyecek ayakkabılar yoktu. Bu bizim köye mahsus bir durum değildi. O yıllarda Anadolu devasa bir köydü ve herkes aşağı yukarı bizim gibiydi. Hatta çoğu köyler bizden de kötüydü. Benim köyüm olan Çaycuma'nın Yakademirciler köyü şimdi kısmen Çaycuma'nın belediye sınırları içine girdiyse siz şehirlerden uzak köyleri bir düşünün!
Burada küçük bir anımı paylaşmak istiyorum. 
O yıllarda köy okulları şehir okullarından bir ay önce kapanırdı. Bu muhtemelen köy çocuklarının tarlada, bahçede çalışmasına zaman vermek içindi.  
Sanıyorum nisan sonu idi. Öğretmenimiz, Çaycumalılar'ın  iyi tanıdığı, Muharrem Hoca bizi okulun bahçesinde toplamış, bir sıra halinde karşısına dizmişti. Tabii ki yine hepimiz yalın ayak idik.
Öğretmenimiz bize gülerek; ''Çocuklar bu gün hepiniz yalın ayaksınız, acaba neden?'' diye sorunca; hep bir ağızdan ''Öğretmenim, ayakkabımız yok!'' diye cevap vermiştik. Meğerse öğretmenimiz bize baharın geldiğini anlatmak için bu soruyu sormuş, ve bizden ''bahar geldiği için ayakkabılarımızı çıkarttık!'' cevabını bekliyormuş! Ne dramatik bir durum değil mi?
Geçmişimizi bilmek ve bundan ders almak; bizi bu günümüze yetiştiren büyüklerimizin neler çektiğini anlamak ve şimdiki durumumuzun kıymetini bilmek ve şükretmek gerektiğini düşünüyorum. 
Bazen sayfalarca yazdığınız halde anlatamayacağınız bir konunun bir anekdotla daha iyi anlatılabileceğine inanıyorum.
İşte bu nedenle, hem geçmişteki fakirliğimizi; hem de Anadolu insanın o yıllardaki ezilmişliğini anlatabilmek için bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Hem biraz nostalji de yapmış oluruz.
Ben o sıralarda 13 yaşlarında idim. Kilimli Orta Okulunda okuyordum ve birinci sınıftan ikinciye geçtiğim yaz tatilinde köyüme gelmiştim. Köyden arkadaşlarım Nevzat Eyidoğan ve Mehmet Ali Eyidoğan ile birlikte Çaycuma'ya, yani çarşıya inmiştik. Nevzat benden bir, Mehmet Ali iki yaş küçüktü. Dolayısıyla ben onlara ağabeylik yapıyordum.
Şimdilerde de kısmen öyledir ama eskiden Çaycuma ve köyleri için cuma günleri çok önemliydi. Zira cuma günü Çaycuma'da pazar kurulurdu..Köylerde henüz kahvehane, bakkal ve market gibi şeyler olmadığı için, özellikle köylüler alışverişlerini o gün yaparlardı. Alışverişin dışında, köylerde cami de olmadığından erkekler Çaycuma'ya camilerde cemaatle cuma namazı kılmak, kahvehanelerde sohbet etmek ve çarşıda gezerek piyasa yapmak için gelirlerdi. Kadınlar yumurta, yoğurt ve meyve gibi ufak tefek ürünlerini satmak; çocuklar ise renkli şekerler almak, gazoz içmek ve dondurma yemek için pazara gelirlerdi. O gün Çaycuma çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Hele yazın köylüler Çaycuma'ya inmek için cuma günlerini iple çekerlerdi.
Neyse, sadede gelelim. Üç kafadar çarşıda aylak aylak dolaşırken bir lokantanın önünden geçiyoruz. Yemekler vitrinde sergilenmiş ve bir garson çocuk kapıda durmuş ve lokantanın önünden geçenlere ''buyurun!'' diyor.
Yemekleri görünce birden çok acıktığımızı fark ettik. Cebimizdeki paraları çıkarıp topladık; hepsi 25 kuruş! Garson çocuğa yemek fiyatlarını sorduk. 25 kuruşa ancak bir çeyrek ekmekle (o yıllarda ekmeğin parası ayrı hesap edilirdi)  bir porsiyon pilav yiyebileceğimizi öğrendik. ''Peki, hiç yoktan iyidir'' dedik ve lokantaya girerek bir masaya oturduk. Bir pilav, bir çeyrek ekmek ve üç kaşık istedik. Nasıl olsa köyde de herkes sofrada aynı tabaktan yemek yediği için bunu normal kabul ettik..
Biz pilavı gayet itina ile ve kaşığın ucu ile ağır ağır ve kibar kibar yiyoruz. Adeta pirinç tanelerini sayarak kaşığa alıyoruz. Zira, zaten pilav bize yetecek kadar değildi ve bir de kıymetliydi. Kıymetli oluşunun nedeni; bulgur pilavından başka pilav çeşidi bilmiyorduk. Bu nedenle pirinç pilavı bizim için oldukça lüks bir yiyecek idi!
Benim yüzüm kapıya dönüktü ve kapıdan gelip geçenleri görebiliyordum. Tam pilavın yarısına gelmiştik ki; Osman Amcamın kapı önünden geçtiğini gördüm. Görür görmez; ''Amcamı gördüm. Hemen para alıp geleceğim. Ben gelinceye kadar sakın pilava dokunmayın!'' diye tembih ettim ve  dışarı fırladım. Ama dışarısı o kadar kalabalıktı ki amcamı bulamadım.
Lokantaya geri döndüğümde arkadaşlarımın elleri böğürlerinde, masada mahzun bir şekilde oturduklarını gördüm. Fakat ortada ne pilav vardı ne de ekmek! ''Pilav ne oldu?'' diye sorduğumda; garsonun kaldırdığını söylediler. Garson bunların pilavı yemediğini görünce beğenmediklerini veya doyduklarını düşünerek kaldırmış! Neden müdahale etmediklerini sorduğumda ''bir şey diyemedik'' dediler! Düşüne biliyor musunuz; sonradan baş madenci olan Mehmet Ali ile banka müdürü olan Nevzat cesaret edip garsona ''pilavı kaldırma!'' diyememişler!
Ama ben de bir şey diyemedim! Karnımız daha da aç bir şekilde lokantadan üzgün ve mahzun bir vaziyette ayrıldık.
Şimdi; bu hikayeden çıkarılacak iki ders var: Birincisi; eskiden yiyecekler o kadar kıt ve kıymetli idi ki; sofradan düşen bir kırıntı bile öpülüp başa konur ve kirlenmedi ise yenirdi. Sofradan hiç bir yiyecek israf edilmezdi. Şimdi ise, hala bir çok kişinin aç yattığı ülkemizde zengin sofralarından, hele lüks restoran ve otellerden çöpe atılan artık yiyeceklerin çokluğu bizi çok düşündürmelidir.
Bu olayın ikinci boyutu ise; o yıllarda köy çocuklarının (unutmayın; Anadolu'nun neredeyse tamamı köy şartlarında idi!)  mahcubiyetlerini ve ezikliklerini örneklemesidir. Öyle ki; aç kalma pahasına bile olsa haklarını arama cesaretini gösterememekte idiler!
Tarih boyunca, özellikle Osmanlılar zamanında adam yerine konulmayıp hep ezilen bu insanlar; bu gün çağdaş şartlarda yaşayan ve haklarını arayabilen çağdaş insanlar oldularsa; bu Atatürk'ün kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin kazanımları sayesindedir. 
Bunu hala anlamayanlara bu da benden kapak olsun!
 
NOT: YENİ YILDA; DEMOKRATİK VE MUTLU BİR TÜRKİYE'NİN VATANDAŞLARI OLARAK, MUTLU OLMALARI DİLEĞİ İLE TÜM OKUYUCULARIMIN YENİ YILINI KUTLUYORUM!