Havalar soğudu. Azıcık keyfimiz kaçsa da, birkaç gün sonra yanmaya başlar kaloriferler, rahat koltuklarımıza yayılıp, mis gibi kestane kebapla takip ederiz müptelası olduğumuz dizileri. Zevkimize göre, soğuk bir bira ya da iyi demlenmiş tavşankanı bir çay da olursa yanında, keyfimize değecek olmaz doğrusu. Bencileyin yaşınız kemale ermişse reklam araları prostatınızı rahatlatma zamanıdır da aynı zamanda. Öyle bir durumumuz yoksa keyfimizi bozmaz, kumandanın düğmesine basarak öbür kanala geçeriz hemen. Kilitlenip kaldığımız ekranda kayıp giden altyazılara takılır kimi zaman gözlerimiz. İki ara, bir derede “Borsa inmiş mi?”, “Dolar ne âlemde?”, “Altın kaç para olmuş?” gibi en yaşamsal(!) sorularımıza yanıt ararız göz ucuyla…

Her biri bambaşka bir dramı anlatan haberlerse en azından borsa kadar ilgilendirmez pek çoğumuzu. İlgilenenlerimizinse içi son derece da rahattır. Yanımızdan hiç ayırmadığımız akıllı telefondan dünyanın bir yerindeki mazlum halka yapılan katliamı protesto eden bir tweet’i paylaşmışızdır çünkü az önce… Facebook’ta bir eylemin fotoğraflarını beğenmiş, eşe dosta yardım çağrılarını yönlendirerek rahatlatmışızdır içimizi… Kendimizi tutamamış, duyarlılığımızı belirten zehir zemberek yorumlar bile yazmışızdır hatta... Bununla yetinmeyip cahnge org’ktai kampanyalara destek verenlerimiz bile bulunmaktadır aramızda… Bu yüzden rahattır içimiz… Sıcak yuvamızda ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmiş insanların huzuruyla oturmayı anamızın ak sütü gibi hak biliriz kendimize…

HAYIR DEMEK ZOR GELİYOR

Nostalji yapmak, çocukluğumuza geri dönüp tozlu sokaklarda top koşturmak, kekremsi tadı ağzımızdan hiç gitmeyen arkadaşlıkları yâd etmek nasıl da mutlu eder bizi… Bir başka cıvıltı dolar o anlarda içlerimize… Kimimiz dudağımıza ilk değen dudağın sıcağında, kimimiz ilkokul önlüklerimizin içine sinen anılarda, kimimiz katıldığımız ilk mitingin slogan seslerinde bulur kendisini… Sonra çocukluğumuzun cenneti olarak gördüğümüz mekânlar takılır aklımıza… Top oynadığımız sahalar, meyve çaldığımız bahçeler, her çakılını kulaçladığımız plajlar, ilim irfan değil yalnızca, hayatı da öğrendiğimiz okullar… Oraların şimdi hangi çirkinliğin pençesinde kıvrandığını dost meclislerinde sıkça dile getiririz de, “neden böyle odu” sorusunu hiç getirmeyiz aklımıza… İtiraf etmeliyiz ki, “hayır” demek, karşı çıkmak, sohbetini yapmaktan çok daha zordur bizler için…

Sözüm ona büyüdük ya artık, yitireceğimiz şeyler de çoğaldı epeyce… Ekmek elden su gölden baba parasıyla yaşarken, yalnızca bir evin değil tüm hayatın yükü bindi boynumuza… Çocukların okulu bambaşka bir dert olarak duruyor örneğin önümüzde. Onlara iyi bir eğitim yaptırmak için en yakın arkadaşını geçip iyi okullardan birine geçmesini sağlamak en esaslı görevlerimiz arasında artık… Derslerden kafasını kaldırıp memleket meselelerine kafa yorması, bizi en çok yoran eylemlerinden biri çocuklarımızın… Asosyal olmaları, bilgisayarda oynananlardan başka oyun bilmemeleri, her birinin daha çocukken antidepresanlarla tanışmış olması, dalından bir erik kopartmaktan aciz olmaları ders başarısı kadar dert değil içimizde…

SADECE KENDİ DERDİMİZDEYİZ

Hayat da sürüyor bir yandan… Bizler sıcak koltuklarımızda mutlu, mesut otururken belediyelerle kumpasa kuran haramzadeler, rant uğruna beton döküyor canlarının istediği yerlere… Çalmakla meyvelerini bitiremediğimiz bahçelerdeki ağaçları kesip yerlerine çirkin yapılar dikiyorlar… Plajlar yol yapılıyor acımasızca, okullarımız yıkılıp anılarımızla birlikte tarihe karıştırılıyor… Kaldırımı, aydınlatması, park alanı olmayan sokaklardaki lüks konutlara sahip olmak için koşuşan bizlerse, kafamızdaki taksit hesaplarıyla seyrediyoruz çirkinlikleri… Kentimizin dört yanı termik santrallerle çevriliyor, kayıtsız gözlerle bakıyoruz. Dört bir yanımızdaki dereler kurutuluyor, tüneller içine alınarak bizlere değil yalnızca kendinden yararlanan kurda kuşa, börtü böceğe de yasaklanıyor. Hiç umursamayan bir rahatlıkla takip ediyoruz inşaatları… Arabamızın modelini yükseltememiş olmak, ya da yazlığın bakımın yaptıramamak gibi çok onulmaz bir dert var içimizde…

Öylesine çok kendi derdimizdeyiz ki, bize en yakın yerleri de uzak kılıyoruz kendimize… Burnumuzun dibindeki Çaydeğirmeni halkı HES denilen canavarla mücadele ediyor, dönüp bakmıyoruz bile…  Toprağına çöken açgözlülerce tehdit ediliyor, trilyon liralık şantajla taciz ediliyor hemşerilerimiz, hiç zorumuza gitmiyor.  Dağdan gelip bağdakileri kovmaya çalışanlara “Sen de nereden çıktın yahu?” demek aklımızın ucundan bile geçmiyor. Kendi yarattığımız cehennem de yaşamak yetip de artıyor galiba bize… İyi eğitim görmüş çocuklarımız, uzay mekikleri gibi yapay havalandırmalı lüks konutunda, kenara koyduğu oksijen maskesinin yanından artık bir asit fıçısına dönmüş denizi izleyip beslenme haplarını içerken, yüzyılın başında doğayla baş başa yayabilen yoksul insanların hayatını özleyerek yedi sülalemize sövecekler de haberimiz yok hiçbir şeyden…