Her bir kıvrımı, bir başka cennet olan Güllük Körfezi’nin hemen kıyısında, ağaç gölgelerinin sularda suretini bulduğu küçük bir koydayız…  Malum emekli oldum, ramazanın ucuzluğunu da fırsat bilerek çoluk çocuk, Ege’deki bir tatil köyünde aldık soluğu… Becerebilecek miyim bilmiyorum, otuz küsur yılın yorgunluğunu atıp, yeni hayata hazırlayacağım kendimi… Başka bir havayı soluyup, içinde bulunduğum ortamdan bir parça da olsa uzaklaşarak yenileneceğim… Ekmek elden, su gölden olunca kızgınlığından sakınarak da olsa güneşlenip, yüzüyorum bolca… Bolca da okuyorum. Fırsat bulup da okuyamadığım için kütüphanemde boynu bükük duran kitaplarımı aldım yanına epeyce… Oradaki okunmamış her kitap, her gördüğümde içimi saran suçluluk duygusundan da adı aynı zamanda… Böylece bu duygudan da arınıyorum…

Daha önce hiç görmemiştim, Güllük Körfezi, Ege’nin her yeri gibi olağanüstü güzellikte bir yer… Her kıvrımında göz alıcı bir başka sürpriz güzellik karşılıyor insan, gördükleri karşısındaysa adeta soluğu kesiliyor… “Burada yaşadıktan sonra cennete gitmek için ölmeye de, ibadet etmeye de gerek yok” şeklinde şeytani bir duygu çoğaltıyor içinde… Göz aldığınca uzanan uçsuz bucaksız tepeler, zeytuni bir yeşille kaplıymış eskiden, her yanından şifa, bolluk, bereket fışkırırmış körfezin. Her biri bir başka kimlik taşıdığı için bambaşka gövde ve dal yapısına sahip bin yıllık ağaçlar hiç acımadan kesiliyor şimdi. Önünde havuzu olan beyaz badanalı çağdaş kaya mezarları yapılıyor yerine… Bir yükseğe çıkıp etrafa bakınca “çevrecinin daniskası” bir hükümetin zamanında, “rantın daniskası” için yapılanları görünce derin bir keder sarıyor her yanınızı…

AÇAÇLA BİRLİKTA KÜLTÜR SOYKIRIMI DA YAPILIYOR

Kesilen her ağaçla birlikte tekmil Ege’nin kadim kültürü de yok ediliyor aslında… Bana sorarsanız, yapılan yalnızca ağaç değil, kültür soykırımı da aynı zamanda… Malum, Ege, bir uygarlıklar beşiği… İnsan var olduğundan beri yaşam alanı sunmuş ayrımsız herkese... Bereketini kimseden sakınmamış, Luvi’lerden, Romalılara, Hattilerden Dorlara, İonlardan Friglere kadar pek çok halkı bağrında barındırmış, yurt olmuş onlara… Dini, dili, milliyeti farklı olsa da bin yıllardan bu yana zeytinle birlikte yaşamış bura insanı… Kültürlerini milletten millete, zamandan zamana aktarmış; zeytinle ilgili mitik öyküler, efsaneler üretmiş… Dahası, kutsal bilip, baş tacı etmiş zeytini… Yetinmemiş, barışın ve sağlığın simgesi haline getirmiş… Zeytinlikler bir bir lüks villalara, tatil köylerine, otellere, sitelere dönüşürken bu kültür de yavaş yavaş kitaplara emanet ediliyor ne yazık ki…

Olayın bir de sosyal boyutu var… Otelde servis yapan garson, “Abi” dedi “buranın yerlisiyim ben. Eskiden zeytincilikten, balıkçılıktan kazanılan parayı harcamakla tüketemezdi insanlar. Düğünlerde, içmekle baş edemeyen köylüler, içkiyle birbirini yıkardı. Öylesine zengindi yani. Devran döndü, herkes arazisini sattı. Ne oldu biliyor musun? Arazilerini satanların kendileri, en çok da çocukları o araziye dikilen otellerde asgari ücretle çalışan işçiler haline geldi. Balık çiftlikleri küçük balıkçıları da yok edince, halk hepten yoksullaştı. Herkes bir yerlere iş aramaya gitti, nüfus azaldı.” Anlayacağınız, Ege’nin her yanından bereket fışkıran topraklarının, birilerince, yılın yalnızca belli zamanlarında kullanılacak yapılar için ölçüsüz bir şekilde imara açılması, yeni yoksulların ortaya çıkmasına neden olarak bir sosyal yaraya dönüşmüş bir de…

BİR YALNIZ SÖĞÜT

Karia imparatorluğunun varsıl kenti İasos’un tarih kokan sularını kulaçlıyorum birkaç gündür… Bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da havuz başında oynaşan çocukların her dilden şen sesine açıyorum yüreğimi… Sevgiyle gözlüyorum, dini, dili başka da olsa, çocukların vatanı aynı hep. Her biri aynı sevinçle bağlanıyor hayata, küçük şeylerde büyük mutluluklar bulmayı becererek, biz büyüklere hayat dersi veriyor. Şen çocuk seslerine ağustos böceklerinin bitmeyen senfonisi ekleniyor bir de. Başka da bir ses yok zaten ortalıkta. Bu derin sessizliği gökyüzünden süzülüp gelen uçakların homurtusu bozuyor… Hayretle gözlüyorum, hemen dibimizdeki karayolundan geçen araçtan daha çok uçak geçiyor havadan… Bu yüzden mi acaba, denizin üstünde hiç kuşlar uçmuyor… Martılar, kırlangıçlar, karabataklar bir başka ülkeye göç etmiş gibi sanki…

Sakin koyda, denize iki metre mesafede, gövdesine bir kayığın bağlı olduğu bir yalnız söğüt yaşıyor… Sırtımı ona yaslayıp, gövdemi serinliğine teslim ediyorum… Doğanın tüm coşkusunu tüm varlığımla duyuyorum tenimde… Dibindeki çakıla uzanıp, rüzgârda nazlı nazlı salınan yapraklarının arasından bakıyorum güneşe… Gün yükseldikçe, söğüdün çevresinde ben de dönüyorum, huşu içinde tavaf ediyorum ağacı adeta… O vakitlerde şiirli düşler sarıyor içimi… Kafamda bir öykü dolaştırıyorum… Saçlarında güneşi taşıyan bir güzel, kirpiklerinin mavisiyle menevişliyor Ege’nin sularını… Esen kuzeyli rüzgârlar, Karadeniz’in kıyıcığında bıraktığım hanımeli kokularını burnuma taşıyor… Uzun uzun kokluyorum… Zeytuni yeşil, Ege mavisi ve ebruli renklerde açan hanımeli kokusu sarhoş ediyor beni… Kulağıma dolan çiçekli seslerle mutlu olarak dönüyorum otele…