Hedef alınan yaşam alanları, milyonlarca yaşayan yapının ruhlarını bedenlerinden ayırmak, bireyi toplumdan soyutlamanın en zor ama aynı zamanda en basit yollarından biridir. İnsanlar yüzyıllar boyu keşfetme arzusu içinde yaşamış bu keşfetme arzusunun kölesi olmuşlardır. Bahsini ettiğim konu yeni bir kültür, yeni bir ortam, yeni insanlar fakat kendi yaşam alanına indirgenmiş hali ile… Bireyin kendine ve toplumuna yabancılaşma süreci çevresel faktörlerle birlikte gelişen ama aynı zamanda kendi isteği ile de sürekli sürdürmek istediği bir durum haline gelmiştir.  Toplum bir bütün olarak bireye, birey tek başına koca bir topluma karşı yabancılaştı ve kendilerini hiçleştirdiler. Bu durumu şuna benzetiyorum -mış gibi yaşamak. Okuyormuş gibi, düşünüyormuş gibi, eleştiriyormuş gibi ve hatta yaşıyormuş gibi.       -mış gibi yapmaya önce elimizdeki akıllı telefonlarla başladık. Bedenimizin yerini aldı ve mekânın boyutunu tam anlamıyla değiştirdi. Mekân iki boyutlu bir yüzey haline geldi ve bilincimize bu şekilde yavaş yavaş empoze edildi. Yani aslında ihtiyacımız olan her şey zaten iki boyutlu bir nesne üzerindeyken kim neden toplumla yüz yüze gelme gereği hissetsin ki? Nesne; mekân ve zihin işlevini yerine getiriyordu büsbütün. “…ahalinin orta yerini, hareketin gelgit noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmuş müthiş bir keyiftir.” Ama yaşayan bir insan zihni değildi …  
İnsan “KENDİSİNİN” Neresinde Kalır?  
“Düşlerden oluşan büyülü bir toplum’a girmek, “dipsiz bir elektrik sarnıcı” na dalmak gibidir.” Etrafımıza baktığımızda görebileceğimiz en güzel şeylerin bile tadına varamayacak kadar hissizleştiğimiz gerçeği önümüzde ki yüzyılda da ne yazık ki daha kötüsü ile devam edecek.. Yaşayan bir toplumdan ölen bir toplum olmanın vermiş olduğu ağırlığın altından kalkamayacak ve hatta toplumsal bağın yok olduğu gibi kültürel bağın da zayıflamış halkalarının kopmasına göz yumacağız. “ Modern hayatın doğadan damıtılmış fantasmagoria (hayal kurmak/kurgulamak)’sı “masumluğun sağladığı o keskin, o büyülü kavrayışın” ürünüdür.” “ Ele avuca sığmaz modernite, “büyük kentin manzaraları’ nda değil midir?  Uygarlığın getirdiği modernitenin bizlere bahşettiği mekân içinde varlığın resmileştirilmesi( burada kastım belgelenmesi )izlenmesi hatta kabaca dikizlenmesi halini almadı mı? Zaman gelene(kselli)ği etkisi altına aldı ve onu bozguna uğrattı. Ama “ şimdi geçmişe bağlı olmaktan çıkar.” Yani geçmişimizi silikleştirme çabalarımız ve beraberinde getirmeye çalıştığımız gerçekleşmemiş bir geleceğe yapılan haksızlık ve hatta ciddi bir saldırıdır. Klasik yaşamayı kimse göze alamayacak kadar iki boyutlu sonsuzluğun içinde kendini hapsetmiş bir durumda çırpınıp dururken bu durumu izleyen modernizm her yeni bir gün o iki boyutlu sonsuzluğun sınırlarını zorlayacak ve toplumu burada hapis ederek klasiğe en büyük darbesini yapacaktır. Yeniliklerin ardı sıra gelmeyecek “ yeni olan, bir sonraki stilin yeniliğinden ötürü aşılacak, değerini yitirecektir. Ancak, salt moda olan, geçmişe, günü geçmişliğe karışırken, modernite klasik olanla gizli bir bağ taşır. –klasik, zamanının geçişine karşın bozulmadan kalan unsur olarak tanımlanır.” Görme ve özenme kavramlarının sık sık yaşandığı bir dönemde insan tam olarak “kendinin” tam olarak neresinde kalır?