Bu sefer de yurdum adaletini masaya yatıralım bakalım; durum nasıl. Ülkemizde bir çok adalet sarayı var ama bu sarayların içindeki adalet gerçekten saraylara mı layık yoksa gecekondulara mı; bir görelim.

Adalet nedir? Önce onu tanımlayalım: Adalet kavramı temelde hukuk kurallarına uygunluğu içerir. Ama hepsi bu kadar değildir. Bilindiği gibi hukuk öyle veya böyle, diktatörlükler dahil, bütün rejimlerde vardır. Ama haklı ile haksızı ayıran gerçek adalet sadece demokratik ülkelerde vardır.

Hazreti Ömer'e ait olduğu söylenen ve mahkemelerde hakimlerin arkasındaki duvarda yazılı olan şu özlü sözü hepiniz görmüşsünüzdür: ''Adalet Mülkün Temelidir''. Burada ''Mülk'' devlet demektir. Yani adaletin olmadığı devletin temelsiz olduğunu ve ayakta duramayacağını ifade eder. Fakat günümüzde bakıyoruz bu söz tersine uygulanıyor gibi gözüküyor. Zira bazıları şöyle anlıyor ve genellikle öyle de uygulanıyor: ''Mülk Adaletin Temelidir''. Yani güçlüyseniz adalet sizinledir; değilseniz yandınız!

Yurdum adaleti ile ilgili şöyle de bir algı vardır: ''Türk adaleti örümcek ağına benzer. Zayıf sinek gelir takılır; güçlü sinek ise deler geçer!''

Alın size bir Nasreddin Hoca fıkrası: Hoca bir gün Kadı'ya gider. ''Kadı Efendi, benim inekle sizin inek köprüde karşılaşıp vuruşmuşlar. Sizin inek benimkini boynuzlayıp dereye atmış. Benim inek öldü; şimdi ne lazım gelir?'' diye sorar. Kadı da,''Neticede bunlar hayvan. Birbirlerini boynuzlamışlar ve biri bu sebepten ölmüş. Kanunen bir şey lazım gelmez!'' demiş. Bunun üzerine Hoca, ''Pardon, ben yanlış anlattım; benim inek sizinkini dereye düşürüp ölümüne sebep olmuş.'' deyince; Kadı, ''Ha, o zaman iş değişir. şu Kara Kaplı'ya (zamanın kanun kitabı) bir bakmamız icap eder.'' der!

Yani eskiden böyleydi de şimdi farklı mı? Türkiye'de gerçek adalet hakkıyla uygulanıyor mu? Özellikle son zamanlarda haksız yere verilen cezalar, takipsizlik veya beraat kararları vicdanları sızlatmıyor mu? Aynı suçtan bir hakimin beraat kararı verdiğine, bir başka hakimin müebbet kararı verdiğine tanık olmuyor muyuz?  Yahut da bir savcının tutuklama talep ettiği bir zanlı için bir başka savcının takipsizlik kararı verdiğini çok sık görmüyor muyuz? Bir kilo baklava çalan 15 yıl hapis cezası alırken trilyonları çalanlar çok saygın adam muamelesi görmüyor mu? Bir kavgada basit bir yaralama suçu işleyen yıllarca hapis yatarken 5-6 kişiyi doğrayan eli kanlı caniler 3-5 yıl yattıktan sonra,  her an başka canlara kıymak üzere ve neredeyse bir kahraman edasıyla aramızda dolaşmıyorlar mı?

Şimdi de ''benim hakimim senin savcın'' dönemi başladı.Adaletin iyi işlediği demokratik bir ülkede böyle  garabet olabilir mi?

Adalet güçlünün yanında ise güçsüzü kim koruyacak? Zaten adalet aynı zamanda güçlüye karşı güçsüzün hakkını korumak için değil midir? Vatandaşın adalete güveni kalmazsa, yani mülkün (devletin) temeli kalmamışsa o devlet nasıl ayakta kalacak?

Bu soruları hep sormamız ve adalet sistemimizi sorgulamamız lazım.   

Bildiğiniz gibi, Müslümanlıkta affı olmayan tek günah kul hakkı yemektir. Adaletsiz verilen mahkeme kararları ise doğrudan doğruya kul hakkı yemekten başka bir şey değildir.. O zaman, hem Müslüman geçinip hem kul hakkı yemek nasıl bir iştir? Allah bunun hesabını sormaz mı sanıyorlar?

Benim Yargıtay'da, Danıştay'da ve Ankara Adliyesi'nde samimi dostlarım var. Zaman zaman ziyaretlerine giderim. Bazan çok samimi olduklarıma ''Yahu Türkiye'de adalet mi var!'' diye takılırım. Başlarda tepki gösterecekler sanıyordum ama ''Vallahi haklısın!'' dedikleri için takılmalarıma devam ediyorum. Yani adalet dağıtanlar bile durumdan şikayetçi!

Başımdan geçen bir olayı da örnek olsun diye anlatayım.

Barutsan A.Ş.'de genel müdür olarak çalıştığım sırada, yeme-içme, temizlik v.s. gibi işlerimizi taşeronlara yaptırıyorduk. Bir gün duydum ki bir avukat bizim taşeron işçilerinden vekaletname topluyormuş. Onlara diyormuş ki, ''Siz Barutsan'ın asli işçisi sayılırsınız. O nedenle Barutsan'daki işçiler ne ücret alıyorsa sizin de aynısını almanız gerekir. Bunun için dava açacağız.''

Bunu duyunca ciddiye almadım. Hatta ''Yani ben bir müteahhite ev yaptırsam, o müteahhitin işçileri benim işçim mi sayılacak?'' diye dalga da geçmiştim. Ama Elmadağ Adliyesi'nde açtıkları davayı kazandılar. Herhalde bu dava Yargıtay'dan döner; böyle bir saçmalık olmaz diye yine de olayı ciddiye almadım. Fakat o da ne? Yargıtay'da kararı onamasın mı?

Artık bu kadarına dayanamadım ve yanıma idari işlerden sorumlu yardımcımı da alarak Yargıtay'daki ilgili dairenin başkanını ziyaret ettim. Başkana bu davayı nasıl kaybettiğimizi, nerede hata yaptığımızı sordum. Başkan bana,''Siz taşerona KDV ödemişsiniz. Yani zımnen bu işçileri kendi işçileriniz olarak kabul etmişsiniz'' deyince, yardımcım devreye girdi ve bu ödemenin yasa gereği olduğunu anlatarak şu ilginç soruyu sordu: ''Sayın Başkan, siz fırından ekmek alırken ekmek parasının içinde KDV 'de ödediğinizi biliyorsunuz mutlaka. O zaman fırında çalışan işçiler sizin işçileriniz mi olmuş oluyor?''

Bu soruya Daire Başkanı ne cevap verdi dersiniz? Hiç kendini savunmaya gerek görmeden şöyle dedi: ''Yahu biz bunu hiç böyle düşünemedik. Atlamışız!'' ''Sayın Başkan, şimdi ne olacak?'' dedim; ''Yapacak bir şey yok. Olay bitmiştir'' dedi. Ve biz o işçilere, geriye dönük farklarla birlikte, o zamanın parasıyla trilyonlarca lira para ödedik.

En tepedeki onama makamı bile böyle yaparsa gerisini siz düşünün. İmam ve cemaat misali!

SONUÇ: Adalet anlayışı, adalet talebi ve uygulayışı da bir kültür, ve dolayısı ile bir eğitim işidir; ve demokrasi ile et tırnak gibidir. Bir toplumda eğitim seviyesi ne kadar yüksek ise, adalet talebi ve uygulayışı da o kadar yüksek olur. Tabii ki buna bağlı olarak demokrasi seviyesi de yüksek olur. Bu konuda demokrasinin beşiği sayılan İngiltere'de yazılı bir anayasa bile olmadığını; bizde ise yasadan bol bir şey olmadığını hatırlatarak gerekli mesajları verdiğimi düşünüyorum.

   Ülkemiz'de de gerçek adalet istiyorsak; eğitime ve ileri demokrasi talebine devam!