BİR GENÇ KADININ MEKTUPLARI


       Eski evlerde tavan araları vardır. Buralara, belki bir gün gerekir diye, kullanılmayan eski eşyalar konulur; ancak yıllar geçtikçe bu eşyalar, oradacirit atan farelerin, örümcek ağlarının, toz kümelerinin arasında unutulur gider. Eski eşyalara meraklı olanlar bilir; böyle yerlerde saklanmış nice değerler vardır ki, gün ışığına çıkartıldığında şaşırır kalırsınız.  

       Ben de bunlardan biriyim. Bir gün, şeytan dürttü derler ya, teyzemin Zonguldak’taki evinin tavan arasına çıktım. 1907 yılında yapılan, ancak o tarihten beri asırlık bir çınar ağacı gibi ayakta kalan çok eski bir evdi burası. Tavan arasına, tahtalarını kurtlar yediğinden artık sallanmakta olan eski bir merdivene zorlukla tutunarak çıktım. Bir el feneri almıştım elime; bir, iki fare beni görünce ortalıktan kayboldu. Etrafı biraz karıştırdıktan sonra, üzerindeki örümcek ağlarını ve tozları temizlediğimde rustiktarzda yapılmış eski bir büfe çıktı karşıma. Büfenin çekmeceleri doluydu, çok kullanılmış eski çatal, kaşıklar, mutfak eşyaları ve bunun gibi şeyler…

       Ancak, bir çekmeceyi açtığımda şaşırmadım diyemem; bu çekmecede, bizim Eski Türkçe dediğimiz Arap harfleriyle basılmış, fasikülleri nerdeyse birbirinden ayrılmaya yüz tutmuş eski birkaç kitap ve çok eski bir teneke çikolata kutusu vardı. Kutunun kapağında, önündeki deniz manzarasına bakan bir kadın resminin üzerine yazılmış “Elit” yazısı görülüyordu; yan tarafında ise, “Elit Çikolata Bonbon ve Karamela Fabrikası” yazıyordu.

       Kutuyu açtığımda, içinden Eski Türkçe yazılmış 35-40 kadar mektup çıktı. Kutuyu ve kitapları alıp, büyük bir merakla Ankara’daki evime getirdim, ancak nedense bir süre elimi sürmek aklıma gelmedi…

       Daha sonraları, bir gün, çekmecemde o kutuya ve mektuplara rastladım. Sanki bana, “Artık zamanı gelmedi mi, beni oku!” diye bakıyorlardı. Eski Türkçe okumayı bilmiyordum, ancak sayılardan haberim vardı. Tarihlerine bakarak, o mektupların 1917-1922 yılları arasında yazılmış olduğunu anladım. 1990’lı yıllardaydık; annem sağdı ve Eski Türkçe’yi iyi bilirdi. Ona, “Anacım, şu mektupları bir okuyuver, bakalım ne diyor?” dedim ve böylece mektuplar ortaya çıkmaya başladı.

       Ben, anne tarafı Boşnak bir aileden geliyorum. Mektuplar, ailemizin çok yakını olan bir genç kadından, Suphiye Drakovic’den, teyzem Mukadder Velovic’e (Sıdal’a)hitâben yazılmıştı. Çok geniş bir kültürel zenginlikle yazılmış olan bu mektuplara geçmeden önce, sizlere biraz Suphiye’den, genç yaşta aile baskısıyla evlendirilen ve oğlunun doğumundan 3 ay sonra, 23 yaşında yaşamdan ayrılan bu genç kadının trajik yaşamından söz etmeliyim:

       Suphiye’nin babası İbrahim Drakovicbir Boşnak’tı. Adriyatik denizi kıyılarındaki Karadağ’ın denize açılan kapısı sayılan Bar Limanı’na çok yakın, Tudemiladında bir kasabada yaşardı. İyi, güzel bir memleketleri vardı, mutluydular; ancak 19. yüzyılın ilk yarısında, Karadağlı Sırplar ve Hırvatlar, Müslüman Boşnakları o yörede istemediler; köyleri ve kasabaları bastılar, toplu katliamlar yaptılar. Bunu gören Boşnaklar da silahlandılar; karşılıklı çatışmalar başladı, kan gövdeyi götürüyordu… Hırvat çetelerine direnen gençlerden biri de, Suphiye’nin babası İbrahim’di. İbrahim’in iki teyze oğlu, Hırvatlar tarafından öldürülmüş, o da intikam almak üzere and içmişti. Kendi örgütünü kurdu ve var gücüyle çatışmalara katıldı. Öyle ki, bir çatışmada esir düşüp bir Hırvat kalesine hapsedilen bir Osmanlı subayını, kaleyi örgütüyle basıp kurtarması büyük olay oldu. Şimdi bütün Hırvatlar İbrahim’in peşine düşüp onu arıyorlardı. Yakalanırsa ya hapislerde çürüyecek ya da idam edilecekti.

       Karadağ o yıllarda bir prenslikti, savaşlar bir tarafa ekonomik zorluklar içindeydi. İbrahim’in iki yakını, Ahmet Ali ve Edhem, bu zorluklardan kurtulup kendilerine yeni ufuklar aramak üzere 1850’li yıllarda Osmanlı’ya gelmiş, kömür ocaklarında amele olarak uzun yıllar

çalışmış ve bu işin her türlü eziyetine katlanarak sonunda varlık sâhibi olmuşlardı. İbrahim’e

“Sen de gel” derler, “bize katıl.”

Hırvatların tüm Karadağ’da aradıkları İbrahim, sonunda atlar bir gemiye, önce Bari (İtalya), sonra İstanbul, Zonguldak derken sonunda dayısı Edhem’in yaşadığı Amasra’ya varır; orada kendine yeni bir hayat kurar. Bir süre sonra, kendisine Karadağ’dan bir gelin gönderilir: Hanife. Evlenirler ve dayısının, Amasra’ya 4 kilometre uzaklıktaki kömür ocağının yanındaki evine yerleşirler. Dayısının burada tarla ve bahçeleri vardır. İbrahim, onun her işte yardımcısı olur, özellikle tarla, bahçe işlerini üstlenir. Mutlu bir evlilikle birlikte üç çocukları olur: Sırasıyla, kızları Muzaffer, Suphiye ve de Celil (Resim 1). Ancak, hüzün dolu günler onları beklemektedir. Önce, Muzaffer şiddetli bir grip salgını sonunda 18 yaşında yaşamdan ayrılır. Sonra da Suphiye, 23 yaşında…

       Çok genç yaşta yaşama vedâ eden Suphiye’nin hayatı, birçok yazıya, hatta romana konu edilecek kadar sıradışıdır. Bunu, onun yazmış olduğu, o teneke çikolata kutusundan çıkan mektuplarından anlıyoruz:

 

       Okumaya meraklı, doğaya âşık, ince ruhlu, sevecen bir genç kızdı Suphiye. Amasra’da, tek derslikli İnas Mektebi’nde (Kız İlkokulu’nda) Hâfıza Hanım adındaki hocasından iyi bir eğitim görmüş, duygularını, iyi bir yazı ve dil becerisiyle, akıcı ve de güzel bir anlatımla yazmasını bilmişti o mektuplarda.Üstelik, günümüzden 100 yıl kadar önce yazılmış olan bu mektuplar, o eski günleri anlatan birer belgesel değeri taşıyor artık.

       Suphiye’nin akrabalarının bir kısmı Amasra’da, bir kısmı ise Zonguldak’taydı. Sık sık iki tarafa gidiliyor, geliniyordu. Suphiye, bu görüşmeler sırasında kafasına çok yatkın bir arkadaş buldu: Ahmet Ali Ağazâde Mustafa (Barlı) Efendi’nin kızı Mukadder (Resim 2). Öyle bir dostluktu ki bu, sanki birbirleri için yaratılmışlardı; birlikte oldukları zamanlar vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi. Her ikisi de deli gibi edebiyat meraklısıydılar; bahçelerde bir ağaç gölgesi bulduklarında, zamanın ünlü Türk romanlarını, Rus ve Fransız klasiklerinin Osmanlıca çevirilerini büyük bir hazla okurlardı. Hem de biri okuyor, öbürü dinliyor, okuyan yorulunca sırayı diğeri alıyordu. Ayrı kaldıklarında ise, bu dostluk mektuplara döküldü tabii.

Örneğin, 3 Nisan 1917 tarihinde yazdığı mektubunda şöyle diyordu Suphiye (Resim 3).

“Ah kardeşim! O Zonguldak’tan çıkıp da (vapurla) Kilimli’ye doğru geldik. ‘İşte Kilimli” dediler. Kilimli’ye baktım, bir de arkamı döndüm. “Ah Zonguldak ah! Nerede kaldınız?” diye kendi kendime ağladım. Hem de hakikaten ağladım. Sâde orada değil, Tarlaağzı’na gelinceye kadar . Ne diyeyim Mukadder, fukara ablanız ağlamasın da ne yapsın?”

Tarlaağzı güzel yerdi, iyi yerdi, ancak dağ başıydı. Böyle bir yerde yaşayan bir genç kız neler düşünür? Aynı mektubun devamında şöyle diyor Suphiye:

“Dün mektuplarınız elime geçti. Okudum, ağladım; okudum, ağladım. Burada çok sıkıldım; seni arayamıyorum, Celil yok, evdekilerin hepsi korkak. Sanki her tarafımızı câniler sarmış. Akşam olurken hepimizi bir korku kaplıyor. Doğrusu, tariften âcizim kardeşim. Siz olsaydınız, ut, şarkı gider idi.”

 

Çok hassas, ince ruhlu bir genç kızdı Suphiye. Öyle ki, Tarlaağzı bahçelerinde doğanın bin bir türlü güzelliği karşısında çok etkilenir, içindeki yaşam sevgisiyle gözlerinin yaşarmasını önleyemezdi bir türlü. Sevgili arkadaşı Mukadder’in, birkaç yıl sonra nişanlandığı haberi geldiğinde yine öyle olmuş, bu sevincini 22 Ağustos 1922 tarihli mektubunda şöyle yazmıştı:

“Bir zarf dolusu mektubunuzla üç kutu şekerinizi aldık; ‘Mukadder nişanlandı’ dediler, hepsi memnun oldular, tabii ben de. Hepsinden evvel, bu benim kalbimde uyanmıştı. Benim için ağlamamak kâbil olmadı. Ağladım… O saniye, ruhumda neler, ne lezzetler hissettim. Bütün mâzimiz bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti.”

Gün geldi, 1920 yılında 22 yaşına gelen Suphiye’yi artık evlendirmeli  diye düşündü aile. Damarlarında Arnavut kanı taşımakta olan, Orman Memuru Sâlih Efendi Suphiye için iyi bir kısmet olabilirdi. Bir gün, aile meclisi toplandı; Suphiye’nin fikri bile alınmadan, Sâlih Efendi ile evlenmesinin uygun olacağı kararı verildi. Sâlih Efendi böyle bir aileye damat olmaktan memnundu tabii, Suphiye ise bu evliliği hiç mi hiç istemiyordu. Buna rağmen, fazla vakit geçirilmeden iş oldubittiye getirildi; 11 Eylül 1920 tarihinde Suphiye’ye söz kesildi, peşinden nişanı da yapıldı. O tarih, Suphiye’nin tüm yaşamını altüst eden bir kırılma noktası oldu.

Suphiye, nişanını, 20 Eylül 1920 tarihinde Mukadder’e yazdığı mektupta şöyle haber vermişti:

Mukadderciğim, 24 Mayıs 1334 (1918) tarihinden bugüne kadarsize takdim ettiğim mektupları şimdiden sonra ayrı bir yere, bugünden sonra yazacağım mektupları da ayrı bir yere koy. O evvelki mektuplarımız, emin ol kardeşim, en tatlı, en sevimli geçirdiğimiz zamanlar. Onlarda unutulmayacak hâtıralar, çocukluk günlerimiz var. Ben o mektupları hiçbir zaman kaybetmeyeceğim. Ben artık hayatımın ikinci hazzına hamlemi atıyorum. Teşrin-i Evvel 1336’dan (Eylül 1920’den) beri bir başkasının oldum. Şimdiye kadar pederimin ismiyle, “Celil’in hemşiresi” ismiyle söylenirdim; şimdiden sonra onun ismiyle anılıyorum. Ah o geçirdiğimiz tatlı zamanlar, güzel günler… Evet, o günler hayatımın bir sahifesi. Yukarıda yazdığım gibi, 11 Teşrin-i Evvel 1336 tarihinde, benim hayatımın o sevimli sahifeleri bir daha açılmamak üzere kapandı. Kalbimde yalnızca onların sevimli hâtıraları kaldı. Kardeşim, emin ol, bu mektubumu size gözyaşlarıma boğularak yazıyorum. Şimdiye kadar size yazdığım mektuplar başka idi, bunlar da başka. Hatta kendim bile başkalaştım. Kendimi evvel emirde yabancı görüyorum. Bütün eşya bana yabancılığımı ihtar ediyor zannediyorum. Ben, “Eh bu benim ebeveynim, beni sevmiyorlar da veriyorlar.” sanıyorum. Ebeveynime muhtasar (kısa) bir zaman misafiri oldum.”

Ebeveyninin onu sevmediğine hükmedecek kadar şaşkına uğrayan bu ince ruhlu genç kız olanları bir türlü anlayamıyor, içini ancak sevgili arkadaşı Mukadder’e dökebiliyordu. Babası öleli 10 yıl olmuştu; bir tek anacığı vardı, onun da sesi pek çıkmazdı, bir de yakınları Edhem Ağa ailesi. Ancak, onlar çoktan kararlarını vermişlerdi; çâresiz evlenecekti, başka ne yapabilirdi? Artık ne zaman evdekilerin yüzüne baksa, bu evden bir süre sonra ayrılmak zorunda olduğunu düşünüyor, bu da üzüntüsünü bir kat daha arttırıyordu. Bu duygularını, aynı mektupta şöyle dile getirmişti:

“Onlarla konuşurken baktım, baktım, o minimini ailemin içinden ben çıkıp gidiyorum. Tahammül edemedim; kaçtım, gittim, yazlık odada biraz ağladım. Celil’in farkına varmaması için yüzümü yıkadım, tekrar yanlarına gittim. Celil, bana hitâben, ‘Suphiye, sen buraya geleli beri ben daha uda elimi atamadım.’ dedi. Vâlidem de, “Udun telleri hep koptu, mâtemli bir hâle geldi.” dedi. Mukadder, tahammül edebilirsen et, kendimi zor zaptederek yanlarından kaçtım, ağladım.”

27.12. 1920 ve 29.1.1921 tarihi mektuplarında ise şunları yazmıştı zavallı kızcağız:

“Düşünüyorum, düşünüyorum Mukadder, ben bu dünyada mesut olamayacağım. Ben, teehhüle (evlenmeye) hevesli bir kız değilim. Ben daima okumalıyım, emirden emire geçmemeliyim. Aman Mukadder, dünyada her şeyden vaz geçmeli; ölmek en iyi şey; her şeyi bırakmalı, çıkmalı, gitmeli… Burada sâdece senin tahassürünle (hasretinle) doluyum. İşte böyle, günlerim zor geçiyor. Şimdi sizlerden, o tatlı günlerden ne kadar uzağım; o sevimli günler bir daha avdet etmemek üzere uzaklaştılar, değil mi? ‘Kalem dert ocağının maşasıdır” derler. Hakikaten öyle şevkatli, ne büyük bir arkadaş. Nasıl, hemfikiriz, değil mi?”

Daha sonra, 7 Şubat 1921’de şunları yazmış Suphiyecik:

“Sizden ayrıldığım için azap içinde yaşıyorum, ruhum sıkılıyor Mukadder! Daha fazla yazarsam, ağlamaktan kendimi zapt edemeyeceğim herhâlde. Muhabbetimi hissedersiniz değil mi? Bensiz nasıl olursanız, benim de nasıl olduğumu zahmetsiz anlarsınız.”

Mektuplar devam ediyordu. Evlilik kıskacının içine hapsedilmiş genç kız, evleneceği gün

yaklaştıkça, sâdece sevgiliarkadaşına yazdığı ve ondan aldığı mektuplarla belki biraz

ferahlıyordu. İşte 26 Şubat 1921 tarihli mektubu:

Mukadderciğim,  artık bütün  bütün ‘yolcu’ kıyafetine girdik.  Her  ne  kadar ‘Bayramdan

sonra olsun’ diye yalvardı isem de, “Biz mutlaka Ramazan’dan evvel sözü verdik, kâbil değil,

gideceksin.” dediler. Burada nihayet 1.5 aylık misafirim. Fazla kalamıyorum, bırakmıyorlar; ne kadar çok yalvardımsa da kattiyen kabul etmediler.”

Suphiye, ailesinden, yaşamının en güzel günlerini geçirdiği Tarlaağzı’ndan, Amasra’dan,

evlendirilmek üzere âdeta koparılışını, evliliğine  kısa  bir  süre  kala  Mukadder’e yazdığı 21

Mart 1921 tarihli mektubunda gözyaşları içinde şöyle dile getirdi:

“Bu mektubum size son! Artık bundan sonra, hem de pek başka bir fikirle hiç görüşemeyeceğiz. Yalnız, mâzinin (geçmişin) tatlılıklarını teemmül edeceğiz (düşüneceğiz), öyle değil mi? Ben ebeveynime ancak 20 günlük misafirim. Hiç istemediğim o gün, başka senelerimden, başka aylarımdan daha evvel zuhur etti (ortaya çıktı). Mukadder! Ben her gün ağlıyorum. Her şey bana garip görünüyor. Sabaha karşı horozlar ötmez mi, bana ne kadar garip geliyor. Nebile ablama diyorum ki, “Bilseniz şu horozların ötmesi ne kadar garip, şu güneşin şevki ne kadar soluk, rüzgâr ne kadar hazin, dağlar, başka her nereye bakmış olsam, neyi işitmiş olsam, hep garip, her şeyde bir hüzün var… Nebile ablam beni Amasra’da bırakıp Tarlaağzı’na gitti. Gitmek istedim, götürmediler, çok fena oldum. Gidip de hasretle Tarlaağzı’na bakacak, ağlayacak idim. Son olarak oralarla vedalaşmak istiyordum; hayvanâtın sesini işitmek, gidip gelmelerini, tabiatı (doğayı) son defa olarak teessürle (üzüntüyle) görmek istiyordum. Bu tatlı emelime mâni oldular. Sabırsızlıkla yolunuza bakıyorum. Bu tatlılıklara ebediyyenelvedâ.”

 

 

       Jean-Jacques Rousseau’nun, “Beraber ağlamaktaki tatlılık kadar hiçbir şey kalpleri birbirine bağlamaz.” sözü sanki Suphiye’nin iç dünyasını anlatmak için söylenmişti. O da, sevgili arkadaşı Mukadder’e, “Sizden başka bana tatlı tatlı ağlayacak kimse yok. Siz doğrudan doğruya benim fikrimle bana ağlarsınız.” diyerek onu düğününe çağırıyordu.

Bütün samimiyetlerine rağmen, mektuplarında birbirlerine “Siz” diye hitap etmeleri ilginçtir, belki de okudukları Fransız klasiklerinden etkilenmişlerdir.

Çâresiz evlenilecekti; ne yazık ki büyükler böyle istemişlerdi, artık dönüşü olmayan bir yola girilmişti. Son mektuplarını, “Bîkes (Kimsesiz) Suphiye” diye imzalayan Suphiye ile Salih Efendi’nin düğünleri 10 Nisan 1921 tarihinde gerçekleşti. Düğün, damadın, Bartın’da, Orduyeri’ndeki yeni evlerinde yapıldı. Sevdiği yerleri geride bırakan Suphiye artık Bartınlı bir gelin olmuş, hiç istemediği bir yaşama adım atmıştı.

       Onun apar topar gönderilişi, kardeşi Celil’in de canını çok sıkmıştı. Büyük hüzünler yaşayan Celil, düğünden tam bir ay sonra, 9 Mayıs 1921 tarihinde Mukadder’e yazdığı bir mektupta bu üzüntüsünü şöyle dile getirdi:

“Mukadder, mektubunuzda Suphiye nâmına tezyin ettiğiniz (süslediğiniz) satırları okurken

ağladım. Dünyada her şeyden kıymetli, hatta canımdan muazzez (aziz) hemşiremin iftirâkı (ayrılışı) beni pek düşündürüyor. Düğünden falan bahsolunurken, emin olunuz, muhitimi ağlamakla neşelendiriyorum. Hele bîçâre sen! Onu kapıdan yabancılar eline teslim etmekliğim ilelebet (sonsuza kadar) hatır ve hayâlimden zail olmayacaktır (çıkmayacaktır). Sizin o sevgi ve muhabbetinize ise, vallahi ‘Allah görmüş’ diyesim geliyor.”

Suphiye evlenmiş, yeni bir yaşama başlamıştı, ancak mektuplar devam ediyordu. Örneğin, 21 Temmuz 1921 tarihli mektubunda şunları yazmıştı Mukadder’e:

“Şimdi kardeşim, ben Bartın’ın köşelerinde kimsiz, kimsesiz oturuyorum. Ancak, mâzinin

tatlılıklarıyla lezzetyâboluyorum. O günlerimi, bugünlerimi düşünüyorum  da,  o  vakitler

hürriyetim elimde, şimdiyse kafese kapatılmış, hürriyetinin lezzetinden mahrum kalmış bir kuş

gibiyim.”

 

 

Bugünlerden 100 yıl kadar öncesinin günlük hayatını, sosyal yaşamını ve kültür dünyasını çok iyi yansıtan ve de iyi bir kalemle yazılmış olan bu mektuplar hep devam etti ta ki 9 Eylül 1923 tarihinde Suphiye’nin oğlu Fethi doğuncaya kadar.

Bir oğlu olmuştu, belki de hayatındaki ilk mutluluğu yaşadı o gün. Ancak, kader buna da râzı olmadı. Doğumun kırkıncı gününde başlayan bir kanamayı, ne hekimler, ne de başkaları durduramadılar. Evlenmekle dalından koparılmıştı. Dalından koparılan bir gül solmaya mahkûmdu. O da bir gül gibi kısa sürede sararıp soldu ve oğlu 3 aylıkken,1922 yılının soğuk bir Aralık günü yaşama vedâ etti. 23 yaşındaydı, sanki ölmek istemişti…

       Geriye sâdece yaslı bir aile, annesini hiç tanımamış olan oğlu Fethi (1922-1972) ve Mukadder’e yazmış olduğu mektuplar kaldı.

       Ancak, bu öykü burada bitmedi. Yıllar sonra ilginç bir şey oldu: Suphiye’nin oğlu Fethi, Mukadder’in kızı Ayten’i (1926) sevdi, evlendiler. Suphiye ile Mukadder, bu evlilikle, yarım kalan muhabbetlerini sanki sürdürmek istemişlerdi…

       Suphiye ile Celil’in elimizde kalan fotoğrafının arkasında (Resim1), Celil kendi el yazısıyla şunları yazmış o eski günlerde:

 

Gitti görmeden gonca gülünü nazlı elinde,

                                        Bitiyor çiçekler yazık şimdi o solgun teninde.

 

Kaynak : "Doğu Karaoğuz'un, Collection dergisinin Mayıs 2016 tarihli 63. sayısında yayınlanan yazısı"