Doğu Karaoğuz


       “Mükellefiyet” adıyla bilinen bir uygulama başlatılmıştı Karaelmas yöresinde bir zamanlar. Bunu eskiler bilir, gençler pek bilmez; orta yaşlılar ise eğer madencilikle biraz ilgililerse, biraz okumuşlarsa yakın tarihimizi, bu konuyu bilebilirler. Bilenlerin bilgilerini tâzelemek, bilmeyenler için ise köylümüzün başına belâ kesilen o acılı mükellefiyet günlerini biraz olsun anlatmak isterim “Halkın Sesi” okurlarına.              

       Nedir “Mükellefiyet?”

       Önce, Arapça’dan gelme bu sözün anlamına bir bakalım: Türk Dil Kurumu, “yükümlülük” diyor. Yâni, bir kişinin yapmakla yükümlü olduğu işler. Söz anlamı böyle, ancak yasa olarak, yâni “Mükellefiyet Yasası” olarak kanunlaştırılınca işin şekli değişiyor. Bu yasa, Zonguldak kentinin madencilik tarihine “Mükellefiyet” adıyla geçmiştir ve çok şey ifade eder. Kömürü kayalardan canla başla sökmek için alın terini akıtan Karaelmas insanının, onların ailelerinin ve yakınlarının çektiği acılardır Mükellefiyet.

       Yakın tarihimizde iki Mükellefiyet olayı var: Birincisi Osmanlı’da, Abdülaziz’in padişahlığı sırasında, 1867-1888 yılları arası, tam 21 yıl. Diğeri, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1940-1948 arası, 8 yıl. 

       BİRİNCİ MÜKELLEFİYET

       Önce, ilk Mükellefiyet’ten başlayalım1: 1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaş-ması’ndan sonra Osmanlı’nın zor yılları başlamış, “Gerileme Devri” olarak adlandı-rılan bir süreç içine girilmişti. Bu devirde, artan Rus baskısı karşısında, devlet eko-nomik ve kültürel yönden giderek Batı’nın emperyalist devletlerine bağlanmış, yabancılara verilen gümrük imtiyazları ve kapitülasyonlar (ayrıcalıklar) yerli sanayinin yıkımına yol açmış, son derece ağır borçlarla Osmanlı mâliyesini iflâsa sürüklemişti. 

       1840 yılında imzalanan Londra Antlaşması’ndan sonra ise, Osmanlı, iki büyük emperyalist devlete bağlanır. Bunlar İngiltere ve Fransa’dır. O yıllarda, bu iki ülkeye ait kredi kuruluşlarının ülkemizdeki egemenliği, memleketin siyasi, ekonomik ve kültürel yaşamına tam olarak damgasını vurmuştu…

             
Eski günlerde bir kömür ocağı girişi, Zonguldak.

       Osmanlı’nın kömüre el atması ise, 1848 yılından sonra gerçekleşmiş, Ereğli ve Kozlu’yu da kapsamak üzere bu yöredeki ocakların işletimi, Hazine-i Hassa ta-rafından, “Galata Sarrafları” denilen, çoğunluğu Osmanlı uyruğundaki İngiliz bankerlerinin oluşturduğu “The Coal Company (Kömür Şirketi)” adlı bir şirkete ve-rilmişti. Böylece, İngiltere, kömür havzamıza giren ilk emperyalist güç oluyordu. Bu şirket, yıllığı 30000 kuruş ile tüm havzanın işletimini kiralamıştı. 

       Ancak bir süre sonra, işlerin pek de iyi gitmediği anlaşılır, ocaklarda çalışacak insan gücünü arttırmak için Hırvatistan, Sırbistan ve Karadağ’dan deneyimli işçiler getirtilmesine rağmen, yıllık üretim 40 tonu bile bulamaz. Bunun üzerine, Zonguldak kömür havzasının yönetimi, çıkarılan kömürün tamamını kullanan Bahriye Nezareti’-ne verilir, bu idârenin başına da Ereğli Maden-i Hümayun Nâzırı ünvânıyla bir denizci olan Mirliva (Tuğamiral) Dilâver Paşa getirilir. 
                                  


 Dilâver Paşa

       Dilâver Paşa, ilk iş olarak, kömür ocaklarındaki çalışmayı düzen altına alacak bir nizamnâme (yönetmelik) hazırlığına girişir ve 24 Nisan1867 tarihinde,  yâni bugün-lerden tam 150 yıl önce, “Ereğli Maden-i Hümayun Nizamnâmesi”ni ilân eder2. 

       Bu yönetmeliğe göre, “Havza-i Fahmiyye” denilen kömür havzası, Kozlu, Zon-guldak, Kilimli, Çatalağzı, Armutçuk ve Amasra olmak üzere 6 bölgeye ayrılmıştı. Bu bölgeler için, Dilâver Paşa’nın 100 maddelik yönetmeliğinde ocaklardaki çalışma ku-ralları yeni  baştan   düzenlenmiş,  birçok  yenilik  getirilmiş,  ancak “Mükelllefiyet” olarak adlandırılan maddeleri çevre köylerin başına belâ kesilmişti.

       Bu yönetmeliğin 21. maddesine göre, Ereğli Sancağı’nın 14 kazasındaki yerleşim yerleri olan, “Onikidivan (Bartın), Viranşehir (Eskipazar), Akçaşehir (Akçakoca), Karasu, Taraklıborlu (Safranbolu), Zerzene (Perşembe), Ulus, Amasra, Tefen (Gökçebey), Ereğli, Kocanaz (Horcanaz), Yenice, Devrek ve Aktaş (Karabük)’te, 13-50 yaşları arasındaki erkeklerin sağlam olanları, kömür ocaklarında kazmacı, küfeci ve direkçi olarak çalışmakla mükelleftir” emri ile Mükellefiyet ilân edilmişti. 

       Bu yönetmeliğe uymayanlar, devlet gücüyle zorla ocaklara getiriliyordu. Osmanlı, üretimi artırmak için bu yolu seçmişti; o zamanın jandarması olan zaptiyeleriyle iş başındaydı.

                                         

Ocakta kömür taşıyan küfeci çocuk (Zonguldak Maden Müzesi).

       Mükellefiyet zoruyla ocaklara getirilenler, zavallı, gariban köylülerdi. O güne kadar tarlasından başka yer görmemiş, kömür ocağını hiç bilmeyen bu insanlar, bulundukların köyün muhtarları tarafından belirlenip, on ikişer gün dönüşümlü olarak kömür ocaklarının karanlık dehlizlerine gönderiliyordu. Çalışma süreleri, “gündoğu-
mu” ve “günbatımı” olarak belirlenmişti; yâni güneş yüzü görmüyorlardı.
                                                                                         
  
 Eski yılların madencileri.
       Tarlalarını, evlerini, en yakınlarını geride bırakmaya zorlanan bu insanların bir kısmı, özellikle gençleri fırsatını bulup kaçıyor, kaçanlardan bâzıları zaptiyeler tara-fından vuruluyor, çoğu yakalanıp meydan dayağı atılarak zorla ocaklara sokuluyor, bir kısmı ise hapislerde çürümeye mahkûm ediliyordu. Bir insanın en doğal hakkı olan özgürlüğüne indirilmiş büyük bir balta idi bu yapılanlar.

 

 Bir başka ocak girişi, yine çocuklar…

       Köylerinden, tarlalarından zorla sökülüp alınan bu insanların kömür ocaklarının acımasız koşullarında çektikleri sıkıntılar dayanılır gibi değildi. Hiçbiri elini, yüzünü yıkayacak su bile bulamıyor, ocaktan çıktıklarında büyük bir hâlsizlikle kendilerini yerlere atıyor, kapkara vücutları ve yüzleriyle oldukları yerde kalıyorlardı tekrar ocağa girinceye kadar. Saçlarına, vücutlarına üşüşen bitlerle uğraşmak ise ayrı bir dertti. Hastalanıp çalışamaz duruma gelenler için, yönetmeliğin 30. maddesinde “Hasta işçi çalışamaz duruma gelirse bir eşeğe bindirilip köyüne gönderilir” denilmişti. 

       Çocuk yaşta olanlar küfeci yapılıyor, diğerleri kazmacı, kürekçi veya direkçi olarak ocak içlerine sürülüyordu. Köleler gibiydiler. Ocak işini bilmediklerinden, sürekli dövülüp sövülüyor, bâzen 24 saate yakın ocakta kaldıkları bile oluyordu. Doğru dürüst yiyecek de verilmediğinden, hepsinin avurtları çökük, boyunları büküktü. Bu acımasızlığı, Osmanlı düşmanına bile yapmazdı, ama köylülerine yapıyordu. 

       1882 yılında, üretilen kömürün % 40 oranında yurtdışına satılması izninin veril-mesiyle, kömür havzamız yabancı sermaye akınına uğrar. Başta Fransız sermâyeli “Ereğli Şirket-i Osmaniyesi (Société Ottomane D’Héraclée)” olmak üzere bir sürü yerli ve yabancı şirket, altına hücum gibi kömür havzamıza üşüşür. Bundan sonrası artık madencilik tarihimize girer; hepsini yazacak olsam sayfalar almaz; ben burada sâdece Birinci Mükellefiyet uygulamasını kısaca  anlatmak  istedim. Bu uygulama, 1888  yılına  kadar  sürmüştür. 1867’den  beri  21 yıl devam eden bu süreç, Karael-mas insanına vurulan acı bir damgadır.
       Büyük dedem, yâni annemin dedesi Ahmet Ali Ağa’nın yaşam öyküsünü, 2014 
yılında yayımlanan “Karaelmas’ın İlk Madencileri” adlı kitabımda3 ve “Halkın Sesi”ndeki bir başka yazımda anlatmıştım. Mükellefiyet günlerinde Ahmet Ali bir ocakta, Ocak Başçavuşu’dur. Onun ocağına da Mükellefiyet uygulamasıyla getirilen köylüler verilir. Ahmet Ali, elinden geldiğince onlara yardım etmek ister ve şöyle bir olayla karşılaşır: 

       Bir gün, Mükellefiyet kurbanı, 13 yaşlarında iki çocuğun, ocak girişindeki mey-danda zaptiye başçavuşu tarafından acımasızca dövüldüğünü görür. Çocuklar kaçmak istemiş ve yakalanmışlardır; cezaları dayaktır. Ama nasıl dayak, yüzleri, göz-leri kan içinde, atılan tekmelerin altında can çekişircesine bir dayak. O sırada ocaktan çıkan Ahmet Ali hemen araya girer ve çocukları zaptiyenin elinden kurtarır, kendi himayesine alır. Çocuklardan biri çok kötü durumdadır. Şaban adındaki bu çocuğun yaralarını kendi özel ilacı olan kara merhemle tedavi eder. Şaban iyileşince artık Ahmet Ali ile ocağa girip çıkmaya başlar; Ahmet Ali de onu bırakmaz, yıllarca sürecek olan bir dostluk başlar aralarında. 

       Ben bu konuyu ailemden duymuştum; yıllar sonra, artık bir aile dostumuz olan Şaban Usta’nın torunlarıyla karşılaştım. Ahmet Ali Ağa’nın oğlu dedem Mustafa Barlı’nın evine bayram ziyaretine gelmişlerdi o gün. Çok saygılıydılar. O eski günler konuşulmuştu büyük bir dostlukla…


       İKİNCİ MÜKELLEFİYET

       İkinci Dünya Savaşı yılları… Almanya’nın önce Polonya’yı, ardından Danimarka, Norveç, Hollanda ve Belçika’yı işgâl etmesi, Hitler ordularının 1940’da Paris’e girmesi dünya dengelerini altüst etmiş, Türkiye savaşa girmese de bundan nasibini almıştı. Asker sayısını arttırmak ve onları doyurmak zorunda kalan ülkede büyük kıtlık yaşa-nıyordu. Yağ, şeker karaborsada bile bulunmuyor, ekmek karne ile satılıyordu. Hele fakir, fukaranın yaşama hakkı yok gibi bir şeydi. 

       Almanya, bununla da kalmayacak, 1941 yılında Yugoslavya, Bulgaristan ve Yu-nanistan’ı  da işgâl ederek sınırlarımıza kadar dayanacaktı. 

       Türkiye bu büyük güce karşı her türlü önlemi almak zorundaydı. Bu savaş ko-şullarında, ülkenin gerekli enerji ihtiyacını sağlayabilecek yegâne yer ise Zonguldak kömür ocaklarıydı. Ve tabii o kömürle çalışan, İstanbul’daki Silâhtarağa Elektrik Santralı. Santralın verimli çalışabilmesi için daha çok kömür gerekiyordu; bunun için de daha çok işçinin yeraltında çalışması. İşte bu nedenle, İsmet Paşa’nın cumhur-başkanlığı ve Refik Saydam’ın başbakanlığındaki hükümet düşündü, taşındı ve yıllar önce bırakılmış olan Mükellefiyet uygulamasına dönmekten başka çâre bulamadı. 

       Hükümet’in 28 Şubat 1940 tarihinde yayınladığı bir kararnâme ile, havzada “İş Mükellefiyeti Müdürlüğü” kurularak madencilik tarihimize “İkinci Mükellefiyet” adıyla geçen bu uygulama yeniden başlatıldı4.

                              
Bugün ocaklarımızdaki çalışma koşullarının kötü olduğundan söz ediyoruz, maden faciaları hâlen devam ediyor; bir de bundan 70-80 yıl öncesini düşünün, tabii ki durum daha da kötüydü. Gerekli önlemler alınmasa da bu yönde bâzı gelişmeler yaşandı denilebilir. Örneğin, işçilerin okuyup, eğitilebilmesi için basılıp, dağıtılan “İşçi Okuma Kitabı” gibi…

       Ancak, İkinci Mükellefiyet’te koşullar çok daha sertti. Örneğin, dönüşümlü olarak ocaklarda çalışma süresi 45 güne çıkartılmıştı. Birinci Mükellefiyet uygulamasını nerdeyse aratacak kadar halâ kötü şartlarda çalıştırılıyordu işçi. Askerlikten beterdi bu iş; çünkü o köylüler, yerin yedi kat dibinin acımasız koşullarıyla karşılaştıklarında şaşkına dönüyordu; hele bir de jandarmanın yaptıkları… 

       Mükellefiyet yasasıyla köylerinden toplanan insanlar, 45’er kişilik gruplar hâlinde, çıkan yasaya göre günde 8 ilâ 12 saat, uygulamaya göre ise çok daha uzun süreler yeraltında çok zor koşullar altında çalışmak zorundaydı. Bu uygulamadan yılanlar, özellikle gençler kaçmaya çalışıyor, yakalananlara öldüresiyle dayaklar atılıyor, kimi hapislerde çürüyor, kimi kaçanlar ise vurulup öldürülüyordu. Mükellefiyet işte böyle bir “insan avı” uygulaması da getirmişti Zonguldak ve çevresinin o güzelim köylerine, dağlarına ormanlarına…

       Ocaktan kaçan işçilere ve ailelerine, jandarma tarafından, gerçekten ancak kö-lelik devirlerinde rastlanabilecek acımasız bir şiddet uygulaması başlamıştı. Bu insanlara belki de “Mükellefiyet kurbanları” demek daha doğru olurdu. 

       Zonguldak’ta, 1945-1955 yılları arasında Fransızca öğretmeni olarak bulunan ünlü şair İlhan Berk’in aşağıdaki dizeleri o insanları anlatır:
                                   Öyle insanlar gördüm ki,
                                   Ölüm peşlerine düşmeye korkardı.
                                    Kelepçeli, jandarmalıydılar.
                                    Ya dağların arkasından geliyorlardı,
                                    Ya dağların arkasına gidiyorlardı.
                                    Baktım, sapsarıydılar;
                                    Gözleri çıkık, boyunları büküktü;
                                    Bir acayip mahlûktular…          

       Gerçekten öyleydiler; kimisi kaçıyor, vurulup ölüyor, kimisi hapislerde çürüyordu. Gözleri çıkık, boyunları büküktü, çâresizdiler… Bâzıları ise, ellerini, ayaklarını keskin uçlu kazmalarıyla yaralayıp, sakat olarak köylerine dönebilme umuduyla yaşıyorlardı. 

       O günlerin jandarmasının davranışı gerçekten akıl alacak gibi değildi; köylülere yaptıklarını sokak köpeklerine bile yapmazlardı. Ocaktan kaçanları ele geçirmek için şöyle bir yol tutturmuşlardı: O günleri yaşayan yaşlılarının anlattığına göre, Mükelle-fiyet uygulanacak her köyün nüfus kütüklerinden ocaklara gönderilecek gruplar saptanıyor ve buna göre sevkiyat yapılıyordu. 

       Silâhlarını kuşanmış jandarmanın eşliğinde ocağa sokulan bu insanlardan kaçanlar varsa, vay hâline! Hemen, köyündeki nüfus kütüğünden adresine gidilir, kaçan işçinin karısı, bacısı veya anası, yâni kadın tarafından kimi varsa hemen derdest edilip hapse atılır ve haber gönderilirdi, “Kaçak gelip teslim olsun, o zaman bunları bırakırız” diye. Tabii bu arada insanlık dışı birçok olay, saldırılar, tecavüzler, intiharlar… Kendilerini koruyamayan nice kadınların gidip ilmiklerini ağaçlara asma-ları gibi…

       Mükellefiyet kurbanlarının kanı ve alın terinin karıştığı bu uygulamayla, 1940-1948 yılları arasında kömür üretimi gerçekten artacak, yılda 2.5 milyon tonlardan 4 milyon tonlara kadar yükselecekti, ancak ne pahasına. İş kazaları ve jandarmanın neden olduğu rezaletlerle ne ocaklar sönecek, zavallı Türk köylüsü çeşit çeşit ezi-yetlere katlanacaktı yıllar boyunca…
 
       Mekanize Alman tümenlerinin sınırlarımıza dayandığı o yıllarda, köylümüz Alman korkusu filân tanımıyor, bilmiyor, ancak sürekli bir jandarma korkusuyla yaşıyordu. “Jandarma” demeye dilleri dönmediği için, köylü kısmının “cenderme” dedikleri bu silâhlı adamlar zaman zaman  kapılarına dayanıyor, alıp götürüyordu o evin insan-larını. 

       Jandarma gibi “Mükellefiyet” sözcüğünü de tam olarak kaptıramadıklarından, kolaylarına geldiği gibi “Kellefiyet” diyordu köylü kısmı bu uygulamaya.

       Bütün bunları canlandırmak üzere kaleme aldığım ve “Kellefiyet” adını verdiğim bir şiirimi aşağıda “Halkın Sesi” okurlarına sunuyorum. Ve bu şiiri, bundan 25 yıl önce, 263 işçinin toprak altında kaldığı, İncirharman Ocağı grizu faciasında şehit olan 20 yaşındaki bir mükellefiyet kurbanının ağzından yazdım, onlara adıyorum:
                                             KELLEFİYET

                                 Derindeyim, derinlerdeyim…
                                 İncirharmanı Ocağı, nâkıs 425’deyim.
                                 Burada gün yok, güneş yok, gökyüzü yok!
                                 Çâresizlik içinde kemiklerim…

                                  Karım, çocuklarım yukarda kaldılar;
                                  Toplayıp bizleri zorla
                                  Yerin dibine saldılar.
                                  “Kellefiyet” dediler, kelleyi verdik;
                                  Gencecik yaşımızda silleyi yedik!

                                  Güzel bir köyümüz vardı, hasat zamanıydı…
                                  Sürdüler bizi, dipçik ve süngü!
                                  Düşmana bile yapmazdı cenderme,
                                  Bize yaptığı kötülüğü, zulmü!

                                  Kimimiz kaçtı, yakalandı, dövüldü.
                                  Kimimiz hapislerde çürüdü.
                                  Karımıza, bacımıza el attılar;
                                  Nâmuslarını koruyamayanlar ilmiklerini
                                  Ağaçlara astılar!

                                  Zar zor öğrettiler bize ameleliği,
                                  Gözümüzde tüterken köyümüzün
                                  Rüzgârda uçuşan sarı başaklı ekinleri…                         

                                  263 kişiyiz burada,
                                  Ezilmiş yatıyoruz kat kat toprak altında.
                                  Birkaç ihtiyar da olsa aramızda,
                                  Çoğumuz genciz yirmili yaşlarda…

                                  Nerdesin Allah’ım?
                                  Nerdesin?                                              
                                  Bize bu acıyı yaşatan Kellefiyet’in
                                  Allah belâsını versin!..
                    
                           Ahmet Yılmaz
                                  Doğumu: Sivriler Köyü, Kozlu, 3.3.1972
                                  Ölümü: İncirharmanı Ocağı, Kozlu, 3.3.1992
                        
       Uyguladığı ince politika ile ülkenin savaşa girmemesini sağlayan İsmet Paşa Hükümeti bu işi başarmış, ancak ülke kıtlıktan, açlıktan, yoksulluktan kırılmıştı. Bu durum, CHP hükümetine karşı bir muhalefet cephesinin oluşmasına neden olmuş ve 1946 yılında Demokrat Parti kurulmuştu. Bu partinin, aynı yıl yapılacak seçimlerde işçi haklarının tanınacağı ve onlara grev hakkının verileceğini bildirmesi, CHP’nin bâzı önlemler almasını gerektirdi. Bunların başında, jandarma baskısıyla inleyen köylerde dayanılmaz boyutlara ulaşan Mükellefiyet uygulamasının kaldırılması geli-yordu. Olumsuz etkileri devam etse de, savaş 1945’de sona ermişti; CHP’nin artık halkla, köylüyle, işçiyle barışması gerekiyordu. Bir takım tartışmalardan sonra, Mükellefiyet uygulaması nihayet  1948 yılında kaldırıldı;  böylece Karaelmas insanı-nın biraz rahat nefes alması mümkün oldu. 
                                
       İkinci Mükellefiyet uygulaması arttırdı üretimi belki, ama sâdece madencilik tarihi-mize değil, insanlık tarihine de en acı şekliyle geçti. O acı dolu günleri tabii yaşa-yanlar en iyi bilir; bir de yazarlar, o günlerin insanının yaşadığı zorlukları, çâresiz-liklerini güçlü kalemleriyle bizlere yansıtan Zonguldaklı yazarlar… 

       Bunların başında, bu kentin yetiştirdiği ünlü yazar İrfan Yalçın gelir, 1980 yılında “Türk Dil Kurumu Roman Ödülü”nü kazanan “Ölümün Ağzı”5 adlı kitabıyla. Ve diğerleri, Hamit Kalyoncu’nun “Kömürde Açan Çiçek”1 adlı kitabı, Mehmet Sey-da’nın  “Zonguldak Hikâyeleri”6, Kadir Tuncer’in “Güneşe Hasret”i7, Ekrem Mu-rat Zaman’ın “Zonguldak İnsan-Mekân-Zaman”4 adlı kitabı, Metin Köse’nin “Mü-kellefiyet”2 ve “Göl Dağı”2 adlı kitapları. Bunlar benim okuduklarım, sanırım başka-ları da var, ama benden bu seferlik bu kadar…
     
       Diğer taraftan, Tâhir Karauğuz’un 1959 yılında yayımladığı “Uzun Mehmet’ten Günümüze Kadar Türkiye’de Kömür”8 adlı kitabında kaleme aldığı “Mükellefiyet Hikâyesi” adlı bir makalesi ve bunun üzerine, Dr. Rebii Hikmet Barkın tarafından yazılan “Mükellefiyet Konusunda Bir Açıklama” başlıklı makale, bu konuyu ay-dınlatıcı önemli bilgiler içeriyor. Havza tarihimiz açısından önemli gördüğüm bu yazı-ları aşağıda sunuyorum:


       İKİNCİ MÜKELLEFİYET’İN KALDIRILMASI

       Bu yazılar, 1940-1948 yılları arasında, “İkinci Mükellefiyet” adıyla Zonguldak yöresi insanını acılar içinde bırakan o zâlim kararın uygulanmaya konulması ve kaldırılmasına ilişkin önemli bilgiler içeriyor.

       Gazeteci, yazar Tâhir Karauğuz’u (1898-1982), bu gazetenin okurları, hatta eski Zonguldaklılar iyi bilir. 1920-1961 yılları arasında 41 yıl kaldığı bu kentte, gaze-teciliğinin yanı sıra “Aydınlanma Dönemi” dediğimiz o coşkulu yıllarda her ilerici atılımın altında imzası olan kişidir o. 1923-1954 yılları arasında yayımladığı “Zongul-dak” gazetesi ve diğer yayınlarıyla, Mustafa Kemâl Atatürk’ün sesini ve ilerici devrimlerini Zonguldak halkına duyurarak çok önemli bir görevi yerine getirmiştir9. 

       Dr. Rebii Hikmet Barkın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, 8 Mart 1944 ve 14 Haziran 1946 tarihleri arasındaki 7. dönemi için Zonguldak şehri tarafından seçilmiş bir CHP milletvekilidir. 

 

Tâhir Karauğuz’un 1959 yılında yayımladığı “Uzun Mehmet’ten Günümüze Kadar Türkiye’de Kömür”8 adlı kitabı.

       1915 yılında, İstanbul’da, Üsküdar’da doğan Barkın, tıp tahsilini Frankfurt’ta Goethe Universitesi Tıp Fakültesi’nde yapmış ve bu üniversiteden 1922 yılında me-zun olmuştur10. İstanbul ve Ankara’daki sağlık kurumlarında mesleğini sürdürürken, 1927 yılında, Afganistan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye’den istediği sağlık uzmanları heyetiyle Kabil’e defalarca gidip gelmiş, oradaki ve Hindistan’daki Türk sanat eserleri konusunda çeşitli makaleler yazdığı gibi, çok iyi bildiği Fars diliyle Afganistan’ın ilk çağdaş tıp kitaplarına imzasını atmış bir tıp adamıdır10. 

       Dr. Barkın’ın “Asya’daki Türk Sanat Eserleri” konusunda kaleme aldığı yazı-ları, Tâhir Karauğuz’un 1942-1951 yılları arasında yayımladığı “Doğu” dergisinde yazı dizisi hâlinde yayımlanmıştır.

       Tâhir Karauğuz’un “Mükellefiyet Hikâyesi” başlıklı yazısı, kendi yayımladığı Zonguldak “Günün Sesi” gazetesinin 13 Nisan 1955 tarihli sayısında çıkmış11, Dr. Rebii Barkın’ın “Mükellefiyet Konusunda Bir Açıklama” başlıklı yazısı ise, yine aynı gazetenin 27 Nisan 1956 tarihli sayısında yayımlanmış11. 

       Dr. Barkın, makalesini, Karauğuz’ın yazısının hemen peşinden kaleme almış, ancak gazetenin yayınına yaklaşık bir yıl ara verildiğinden, Barkın’ın yazısı bir yıl kadar sonra yayımlanmış. 
       Karauğuz’un 1959 yılında yayımladığı “Uzun Mehmet’ten Günümüze Kadar Türkiye’de Kömür” adlı kitabında ise, her iki yazı peş peşe yer alıyor11, 12. 

       Ben de söz konusu yazıları oradan aktararak, “Halkıın Sesi” okurlarına günü-müz Türkçesi ile aşağıda sunuyorum. 
                                                    
      

         
   
Tâhir Karauğuz                                      Dr. Rebii Hikmet Barkın

       İlk yazı, Tâhir Karauğuz’un kaleme aldığı “Mükellefiyet Hikâyesi” başlıklı yazısı:

                                                 
       MÜKELLEFİYET HİKÂYESİ

      “Mükellefiyet… Mükellefiyet!” diye üzerinde durduğumuz acıklı bir dâva vardır. Seçimlerde propagandacıların dillerine doladıkları bu dâvanın aslı şöyle başlar:

       Kömür ocakları sâhiplerinden alınıp Etibank’a geçerek İşletme İdâresi kurul-duktan sonra, işçi durumu birdenbire aksayıverdi. Ocaklara gelen işçi sayısı azal-maya başladı. Bu yüzden kömür üretimi düşüyordu. Sebepler açıktı:

       1. Her ocağın, yıllardan beri  o ocağa bağlanmış işçileri veyahut işçi köyleri var-dı. Bu insanlar, ana-baba ocağı gibi alıştıkları bu ocaklarda yıllardır çalışıyorlardı. Bu ocaklar işletmeye geçip sâhipleri değişince, işçiler de -ocak alışkanlıkları gözetil-meksizin- rastgele yerlere dağıtılmaya başlandı. Yeni yerlerini ve işlerini yadırgayan işçileri ocaklara çekip oralara ısındırmak çok güç oluyordu.

       2. İşçiler, ocaklara en az üç günlük azıklarıyla geliyorlardı. İşçi, günlerce bekle-yip, yiyecek lokması ve köyüne dönmek için elinde tek kuruşu kalmadıktan sonra, ocak yüzüne kapanıyor. İş yok!

      Bu iki sebeple çok sıkıntıya ve dara düşen işçi, kendine başka yerlerde iş aramak zorunda kalıyordu. Oysa ki, o sırada Orman İşletmeleri’nde, yollarda işçiye çok ihtiyaç vardı. Bu kurumlar, işçilere ocakta aldıklarından daha yüksek ücretler veriyor ve böylece maden işçilerini kendilerine çekiyorlardı. 

       Durum düşündürücüydü. Kömür üretimi gittikçe azalıyordu. Tez önlemler almak gerekiyordu. O sırada -sonraları Millî Savunma Bakanı- olan Orgeneral Cemil Câhit Toydemir, bu durumu düzeltmek üzere havzaya gönderildi.

       Zonguldak Valiliği makâmında, -benim de gazeteci olarak izlediğim- bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda, Vâli Hâlit Aksoy, o zaman İktisat Müdürü olan Cemâl Zühtü Aysan ve Ereğli Kömürleri işletmesi (E.K.İ.) Genel Müdürü Bedri Bekiroğlu ve diğer bütün ilgililer vardı. Uzun görüşmeler sonucunda alınacak önlemler, birkaç ana madde çerçevesinde toplandı. Bu görüşme sırasında kalifiye işçilere verilen ücretlerin azlığı konuşulduğunda, Genel Müdür, başka ülkelerdeki işletmelerdeki genel müdür-lere göre aylığının az olduğundan söz etti. Bunun üzerine, General Toydemir, kendi aylığını, hizmetleriyle ve tâkatımızla (dayanma gücümüzle)  kıyaslayarak sert bir ce-vap verdi. 

       Bir ara, bu toplantıda, işçiyi ocağa getirmek için çâre olarak, “Efendim, bir ikisini sallandırıverlim” diyen bile çıktı. Bunu söyleyen kişi, ömründe bir gün bile askerlik yapmamış biriydi. O işçiler ki, her biri düşman karşısında birer aslan kesilen Meh-metçiklerdi. O kahraman Türk çocuklarını çok iyi tanıyan General Toydemir birden-bire kükreyerek o kişiye gereken cevabı verdi. Anılarımda kalan bu son hâtıra, ka-famın içinde hâlâ yanar, durur…

       Bu toplantıda alınan kararları yerine getirmek onların göreviydi. Ancak, bu görevler benimsenmediği için, ocaklarda günlerce iş bekleyip, eli boş ve aç durumda köyüne dönen işçinin durumu yürekler acısıydı. Haklı olarak, bir daha ocağa uğrama-mak üzere gidiyor veya başka işe geçiyorlardı. Bu durumda, işçiyi ocağa getirmek için, “askerî görev”  gibi bir kavrama bağlanmaktan başka çâre yok gibiydi. 

       Bunun üzerine, ilgililer vâlilikte yeniden toplandılar. Ortaya dökülen fikirler arasında, bir köy çocuğu olan İzzet Çakmaklı’nın önerisi şöyleydi: 

       “Türk işçisi özgürlüğünün elinden alınmasını hoş karşılamaz; doğrudan doğruya askere alır gibi bir mükellefiyet uygulaması getirirsek, ‘Bu bir vatan görevidir’ diyerek canla başla koşar”. Bu sözden sonra, toplantıya katılanların çoğunluğunun fikri, “Mükellefiyet” uygulaması yönünde oldu. 

       Aslında bu uygulama, silah kullanmasını bilen ellere verilmiş olsaydı, sonuçları bu kadar ıstıraplı olmazdı herhâlde.
       Havza tarihinde bir yüz karası olan Mükellefiyet uygulamasına işte böyle karar verildi. Orgeneral Cemil Câhit Toydemir’in katıldığı bu toplantıda  alınan kararlardan sonra, -aslında iyi niyetle bulunan bir çâre olan- Mükellefiyet uygulaması, bunun sorumluluğunu taşıyanlar tarafından iyi bir şekilde uygulanmış, iyi bir şekilde yürütülmüş olsaydı, işçi yine seve seve ocak hizmetine koşardı. 

       Hânümanları (aile ocaklarını) söndürecek kadar facialar doğuran Mükellefiyet uygulamasının kalkmasını ilk öneren kişi, eski milletvekillerimizden değerli fikir ve ideal adamı Dr. Rebii Barkın oldu. Onun önemli çabalarıyla, ilk olarak Ulus ilçemizin işçileri bu dertten kurtuldu. 

       Bu durum, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aksettirildikten sonra, korkunç bir kâbus gibi kömür havzamızın üstüne çöken Mükellefiyet uygulaması, sonunda (16 Şubat 1940 gün ve 2712899 no.lu kararnâmeye ekli, 31 Ağustos 1947 gün ve 654 sayılı kararla) büsbütün kaldırıldı. 

       Bu acıklı hikâye burada biter.
       
       Tâhir Karauğuz, “Günün Sesi” gazetesi, Zonguldak, 13 Nisan 195511.

       Tâhir Karauğuz’un bu yazısından sonra, şimdi gelelim Dr. Rebii Barkın’ın, “İkinci Mükellefiyetin kaldırılması” konusunda yapmış olduğu açıklamaya:


      “MÜKELLEFİYET” KONUSUNDA BİR AÇIKLAMA

      Tâhir Karauğuz’un, gazetemiz “Günün Sesi”nde yayımlanan “Mükellefiyet Hikâyesi” başlıklı yazısı üzerine, Dr. Rebii Barkın’dan aldığımız mektubu aşağıda sunuyoruz:

       Aziz Kardeşim Karauğuz,

       Gazetenizin 13 Nisan 1955 tarihli sayısındaki “Mükellefiyet Hikâyesi” başlıklı yazınızı okudum. İlinizin milletvekili iken, Mükellefiyet’in kaldırılması  yolunda yaptı-ğım hizmetlerin yazınızda yer almasından ve bu nedenle hakkımda kullandığınız iyi kelimelerden dolayı teşekkür ederim. Ben, ancak görevimi yerine getirdim; eğer bu çalışmalarım Zonguldaklıların hâtırasında iyi izler bırakmışsa, bu beni çok sevindirir.

       Yazınızın başlığının hemen altında, “Havzanın Yakın Tarihinden Bir Yaprak” ibâresi var. Ben de, havzanın yakın tarihine karışmış bir insan olarak, Mükellefiyet uygulaması hakkında bâzı tamamlayıcı bilgileri bu yaprağa eklemekte yarar görüyo-rum.

       Mükellefiyet’in kaldırılması için, o zamanlar girişmiş olduğum savaş, çetin ve yıp-ratıcıydı. Mükellefiye’in kaldırılması, çok nâzik ve hatta tehlikeli bir konuydu. Ben bu işe atıldığım zaman, İkinci Dünya Savaşı sonuna yaklaşılmış, fakat savaş henüz bitmemişti. Büyük bir ordu silah altında tutuluyordu. En verimli çağında 1 milyondan fazla müstahsil (üretici) kitlesi, müstehlik (tüketici)  hâline gelmişti. Yurdun her ta-rafında iş gücüne büyük ihtiyaç vardı. (Özel sektörde) işçilere yüksek ücretler ödeniyordu. Devlet, havzanın geleceğini göz önünde tutarak, (o günkü) ücret piyasasına rakip olarak çıkamazdı. Çünkü, özel sektör, ortalık düzelince, işçiye yol verir; hâlbuki, havzada devlet eliyle saptanan ücret seviyeleri bir daha indirilemezdi. Bu nedenle, Mükellefiyet kalkar kalkmaz, işçinin dışarda verilen ücretleri câzip (çekici) bularak oralara akın etmesi ve böylece ocakların boşalarak kömür üretiminin durması tehlikesi vardı. Kömür üretiminin durması, vapurları, trenleri, fabrikalarıyla tüm ülke ekonomisinin felce uğraması demekti. Çünkü, İkinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu ve yurtdışından bir tek kömür parçasının getirilmesine imkân yoktu.

       Hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çoğunluğu, bu tehlike karşısında, Mükellefiyet’in kaldırılması konusuna yanaşmıyordu. Bana, daima, yaptığım girişimin tehlikeleri gösteriliyor, hatta ihtar niteliğinde söz sarf edenler bile oluyordu. Bir gün, Meclis koridorlarında bana, “Bilmeden vatana ihanet ediyorsun” bile dediler. İnsanlar acayiptir; eğer girişimim muvaffak olmasaydı, bu cümleden “bilmeden” sözünü bile kaldırabilirlerdi. Şimdi o günler gözümün önüne geliyor da, içimdeki korkuyu ve uykusuz geçen gecelerimi üzülerek hatırlıyorum.

       O arada, Zonguldak’ın Ulus ilçesinde, Mükellefiyet’in -yerel olarak- kaldırılmasını başardım. Ücretlerin biraz düzeltilmesi ve alınan ulaştırma-barındırma önlemleri sâ-yesinde, endişe uyandıracak bir sonuç ortaya çıkmadı. O çetin ve tehlikeli günlerde, Kömür Havzası Genel Müdürü İhsan Soyak, Mükellefiyet uygulaması belirli bâzı önlemler alınarak kaldırılırsa, havzada üretimin durması tehlikesinin gerçekleşme-yebileceğini defalarca söylemişti. İşini çok iyi bildiğine inandığım Havza Genel Mü-dürü’nün bu güven verici sözleri, benim için daima bir cesaret kaynağı olmuştur. İşte Ulus ilçemiz buna bir örnektir. Ulus halkı, bu nedenle, beni fahrî (onursal) hem-şehriliğine kabûl etti. Bu kadirşinaslığı hiçbir zaman unutamam ve kendimi daima bu şairâne kasabanın bir bireyi sayarım.

       Bir yıl kadar süren çabalardan sonra, Meclis’teki hava epey değişti. Bir yandan da, -başta Ekonomi Bakanı Fuat Sirmen olmak üzere- Hükümet’in bu konudaki görüşü farklılaşmaya başladı. En sonunda, bu durum, sanıyorum Ordu milletvekili merhum Kemâleddin Kamu’nun bir takririyle Parti Meclis Grubu’na geldi. Konuş-malar saatlerce sürdü; evvelce kendilerini teker teker delillerle ve rakamlarla inan-dırmayı başardığım birçok milletvekili arkadaşım, Mükellefiyet’in kaldırılması lehinde konuştular. Bu konuyla ilgili 16 kişilik bir komisyon kuruldu; komisyonun başkanı merhum Recep Peker’di. Peker, geniş bilgisi, güçlü zekası ve derin anlayış yeteneği olan bir insandı. O komisyonun bir üyesi ve uzun süredir bu işi izleyen bir milletvekili olmam sıfatıyla, benimle bir akşam, hiç unutmam, Meclis’in üst katındaki Mâliye Encümeni odasında, başa baş uzun uzun konuştu ve Mükellefiyet’in kaldırılmasının gerekli olduğuna ve bundan fayda sağlanacağına kâni  oldu (inandı). 

       Komisyon, daha sonra, Havza Genel Müdürü İhsan Soyak’tan, bu konuda bilgi 
vermesini istedi. Oturuma dâvet edilen İhsan Soyak, durumu bütün ayrıntılarıyla anlattı ve 1.5 yıllık bir intikal (geçiş) devresinin kabûl edilmesini ve bu arada bâzı belirli önlemlerin Hükümetçe mutlaka uygulanması gerekliliğini belirtti. 

       Bu görüşmenin sonunda, Komisyon, Mükellefiyet uygulamasının kaldırılmasına karar verdi. O günü, yaşamımın en mutlu günlerinden biri olarak hatırlarım.

       Mükellefiyet’in kaldırılmasından sonra, kömür havzamızda işler hiç aksamadan devam etmiş, hatta kömür üretimi daha da artmıştır. Havza İdâresi’nin bu takdire değer başarısı unutulmamalıdır.

       Mükellefiyet uygulamasının kötü tarafları çoktu, buna şüphe yok. Her şeyden önce, Anayasa’ya ve insan haklarına aykırı bir  uygulamaydı. Bu uygulamada, ocakta çalışan işçi, sınırda nöbet tutan bir er gibi düşünüldü; ancak şu hususu dikkate almak lâzım: Bir er ayda 25 kuruş alırken, havzada çalışan işçiye hem yemek, hem de 1.5 liradan 3.5 liraya kadar gündelik veriliyordu. 

       O zamanki idârenin büyük kusuru şudur: Havzada çalışmak bir vatan borcudur ve kömür, barut kadar önemli bir maddedir. Bu gerçek ve hükümeti Mükellefiyet uygulamasına mecbur eden gereklilikler, halka yeterince anlatılmamıştır. Bu nedenle, devletle halk arasında bir uçurum açılmış, devlet zoru ve halkın bundan kaçma gi-rişimleri karşılıklı olarak birbirini etkileyerek fasid bir daireye dönüşmüştü. Baskı, firar, tâkip, jandarma… İşte Mükellefiyet denilince uyanan acı hâtıralar… 

       Bunların sonunda, ocaklarda adam başına üretim miktârı son derece düşmüştü. Bu durum, mâkul bir ücret politikasının uygulanmasına mâni oluyordu. Kalifiye işçi, en zayıf, tembel ve hevessiz işçilerle bir arada çalıştırılıyor, Mükellefiyet kaydıyla işe alınanlar arasında eleme yapmak mümkün olmuyordu. Zâten, mücadelemdeki hare-ket noktalarımdan biri bu olmuştur. Ayrıca, ücretli iş mükellefiyetinin, kısa zamanda, bir sıra ara önlemlerle geliştirilmesi gerekirken, buna da cesaret edilememiş, Mükel-lefiyet uygulaması gereğinden fazla uzatılmıştır.

       Mükellefiyet uygulaması, havza tarihimizde gerçekten önemli bir süreçtir. Sayın Karauğuz, yazınızda bu konuyu ele almanız iyi bir hizmet olmuştur ve işte ben de şu görüşlerimle “Bu hizmette bir payım olsun” dedim. Sevgilerim ve saygılarımla…

       Dr. Hikmet Rebii Barkın, “Günün Sesi” gazetesi, Zonguldak, 20 Mayıs 195612.


     MADEN İŞÇİSİNİN YENİ SORUNU: “TORBA YASA”

       Geçtiğimiz Ekim ayı içinde, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan geçen ve “Torba Yasa” adıyla anılan uygulamanın 58. maddesi, ülkemizdeki tüm maden işçilerini yakından ilgilendiren bir yasa tasarısı olarak ortaya çıktı. 58. maddede aynen şöyle deniliyordu13:

       “Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Türkiye Kömür İşletmeleri, uhdelerinde (sorumluluğunda) bulunan maden ruhsat sahalarını, işlemeye, işlettirmeye, bunları bölerek yeni ruhsat çıkarmaya ve bu ruhsatları ihale etmeye yetkilidir.”

       Devletin elindeki maden sahalarının özelleştirilmesi anlamını taşıyan bu yasa tasarısı için “Acaba üçüncü bir Mükellefiyet mi geliyor?” diye aklımızdan geçmedi değil.

       Bu durumu  protesto eden Genel Maden İş Sendikası (GMİS)  üyeleri, maden-cilerimiz, 2 Kasım 2017 günü, Zonguldak’ın simgesi madenci anıtının önünde, milletvekillerimizin de katıldığı bir toplantıda yaptıkları basın açıklamasıyla bu yasa tasarısına karşı olduklarını bildirdiler13, 14, 15. 

       Daha sonra, 6 Kasım 2017 günü,  TTK’nın Armutçuk, Asma-Dilâver ve Amasra işletme sahalarında, binlerce maden işçisi, olumlu sonuç alınıncaya kadar ocaktan çıkmama eylemi başlattı16, 17. 

       Bunun üzerine, GMİS yetkililerinin Ankara’da yaptıkları görüşmeler sonucunda, TTK’nın torba yasa kapsamı dışında bırakılacağının bildirilmesi üzerine, işçilerimiz 21 saat süren bu eyleme son verdi18. 

       Bu konuda TBMM’de yapılan görüşmeler, nihayet 15 Kasım 2017 tarihinde sözlü ve yazılı basına düşen şu haberle sonuçlandı18: 

       Yukarıda belirttiğimiz yasa tasarısının 58. maddesinde (TBMM’ye sunulan 51. maddesinde) şöyle bir değişiklik yapılmıştı: “Ancak, Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun hâlen kendisi tarafından doğrudan işletilen işletme izin alanlarında oluşturulacak ruhsatlar bu madde kapsamında ihale edilemez.” 

       Bu sözler, Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait kömür madenlerimizde özelleştir-menin yolunu açan düzenlemeden vazgeçildiği anlamını taşıyor. Tabii uygulamalar neler getirecek, şimdiden bilemeyiz. 

       Zonguldak kömür havzasının ve her türlü zor koşullara dayanan işçisinin üzerinde dolaşan kara bulutların bir gün tamamiyle ortadan kalkması dileğiyle… 


     KAYNAKLAR

1. Hamit Kalyoncu: “Kömürde Açan Çiçek”, Pervaz Yayınları, 2005.

2. Metin Köse: “Mükellefiyet”, Doğan Kitap, İstanbul, 2010;  “Göl Dağı”, Doğan Kitap, İstanbul, 2012.

3. Doğu Karaoğuz: “Karaelmas’ın İlk Madencileri”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2014.   

4. Ekrem Murat Zaman: “Zonguldak İnsan-Zaman-Mekan”, TMMOB Maden Müh. Odası Yayınları, Zonguldak, 2012.  

5. İrfan Yalçın: “Ölümün Ağzı”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2002.

6. Mehmet Seyda: “Zonguldak Hikâyeleri”, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1962.

7. Kadir Tuncer: “Güneşe Hasret”, 10 Eylül Yayıncılık, İstanbul.

8. Tâhir Karauğuz: “Uzun Mehmet’ten Günümüze Kadar Türkiye’de Kömür”, Karaelmas Basımevi, Zonguldak, 1959.  

9. Doğu Karaoğuz: “Kuvay-ı Milliye Ruhuyla Bir Ömür”, Truva Yayınları, İstanbul, 2011.

     10. Tâhir Karauğuz: “Yazarlarımızı Tanıyalım: Dr. Rebii Hikmet Barkın”, Doğu dergisi,  
            Sayı: 18,  Zonguldak, Nisan-Mayıs 1944.

     11.  Tâhir Karauğuz: “Mükellefiyet Hikâyesi”, Günün Sesi gazetesi, Zonguldak,13 Nisan  
            1955;   “Uzun   Mehmet’ten   Günümüze  Kadar  Türkiye’de  Kömür”,  Karaelmas    
             Basımevi,  Zonguldak, 1959.

     12.  Dr. Rebii  Barkın: “Mükellefiyet Mevzuunda Bir Açıklama”,  Günün  Sesi  gazetesi,  
            Zonguldak,  27  Nisan 1956;  “Uzun Mehmet’ten Günümüze Kadar Türkiye’de Kö- 
           Kömür”, Karaelmas Basımevi, Zonguldak, 1959.

     13. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Haberleri: Ankara, 2 Kasım 2017.
 
     14.   Doğu Perinçek: “Madencinin Davâsı”, Aydınlık gazetesi, 2 Kasım 2017.

     15.   Milliyet gazetesi: “Madencilerde Torba Yasa Tepkisi”, 3 Kasım 2017; 

     16.   Hürriyet gazetesi: “Zonguldak’ta Maden İşçileri Ocaktan Çıkmama Eylemi Baş-
             lattı”, 6 Kasım 2017.

     17.   Ahmet Öztürk: “Eylemde Kim, Ne Kazandı?”, Halkın Sesi gazetesi, Zonguldak, 6 
            Kasım 2017.

     18. Sözcü gazetesi: “Madenciler Eylem Yaptı, O Madde Geri Çekildi”, 15 Kasım 2017.

     19.   Doğu Karaoğuz: “Bir Zamanlar Zonguldak”, Çaycuma Belediyesi Kültür Yayınları, 
             No: 1,  Çaycuma, Ağustos 2017.


      Doğu Karaoğuz,  16 Kasım 2017
      İletişim: [email protected]