20. yüzyıl Türkiye’sinin hiç kuşkusuz en güçlü şairi olan Nâzım Hikmet Ran, 1901-1963 tarihleri arasında yaşamış ve fırtınalarla dolu yaşamı boyunca, yolu iki defa Zonguldak’tan geçmiştir.
Kurtuluş savaşı günlerinde, 1921 yılı Ocak ve Eylül aylarında Zonguldak’tan bulunmuş olan Nâzım Hikmet’in baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliğe yatkın bir Mevlevi şeyhidir. Şair, Babası Hikmet Bey gibi Galatasaray Mekteb-i Sultanîsinde okumuş, ardından 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atanmış, ancak son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarlayınca aile dostları olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa'nın gözetiminde iki ay süren bir tedavi döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verilmesine karşın toparlanamadığı ve deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlığa kavuşamadığı görülünce Sağlık Kurulu raporuyla askerlikten çürüğe çıkarılmıştır.
Lise döneminde dedesinin de etkisiyle şiirler yazmaya başlayan Nâzım, hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmiştir. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık duyar, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alır. 1920'de "Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardır.
İstanbul işgal altındadır ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazmakta, 1920'nin son günlerinde kaleme aldığı "Gençlik" adlı şiiriyle gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktadır.
1 Ocak 1921'de Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair: Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet ve Sultanî’den sınıf arkadaşı Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna kimliklerini gizleyerek binerler. Kendilerini uğurlamaya gelen tarih hocası Emin Âli eğilerek son nasihatını “Mustafa Kemal’in izinden ayrılmayın. Anadolu’da türlü cereyanlarla karşılaşacaksınız, hiç birine uymayın. Sözümü dinlerseniz bütün yollar önünüzde açılacaktır.” diye verir
ZONGULDAK’A İLK GELİŞİ…
Nâzım’ın Zonguldak’a ilk gelişi, bu yolculukta olur. Yol arkadaşlarından Vâ-Nu bu olayı şöyle anlatır :
“İstanbul’dan hareketimizin ertesi günü iyi bir hava ile Zonguldak’a varışımızda, donanma günü gibi renk renk bayraklara süslenmiş kayıkların “Yeni Dünya”ya doğru geldiği gördük. Ne oluyordu? Gemimizde ünlü bir kişi mi vardı ki, karşılama için böyle tören yapılıyordu? Şehrin gençleri heyecana vapura girdi. Hececi dört şairleri sordular. Nasıl hürmet, nasıl itibar… Bizi süslü kayıklara bindirip şehre aldılar. Muazzam bir masa kurulmuştu. Üstü bayraklar donatılmış. Denize bakan bir çardağın altında kahvemsi bir gazinoydu burası…
Kalabalık arasında, sonradan Zonguldak mebusu denen Ragıp Beyi hatırlıyorum. İlerde zengin olmuştu. O zaman varlıklı mıydı, bilmem. Galiba bu ziyafeti bize o vermişti. Ajans müdürlüğü gibi bir vazifesi olduğundan, ya da istihbarat teşkilâtına mensup bulunduğundan, isimlerimizi bildiren bir telgrafı Ankara’ya çekmiş ve teşrifimizi müjdelemişti!
Nutuklardan, vedalaşmalardan sonra bu iyi niyetli, yelpaze kalpaklı, külot pantolonlu, getrli Kuva-î Milliyeci arkadaşlar, karşılıklı çok iyi intibalarla bizi vapurumuza bindirdiler. Şiirler okumuştuk. O devirde yasak olan rakılardan içmiştik. Ve bu teveccüh gösterilerinin, duraktan durağa böyle gideceğini umduk!”
Umdukları gibi gitmez, işler.. İnebolu'ya iner inmez karakola alınır ve dört saat alıkonurlar. Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz’e Ankara'dan izin çıkmaz, iki şair geri gönderilir.
Nâzım ve Vâlâ, İnebolu'da geçirdikleri günlerde Anadolu'ya geçmek üzere onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışırlar. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılmakta, sosyalizmi savunup Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz etmektedirler. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdir.
Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak olur. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce on bin adet bastırılıp dağıtılır. Şiirin yankıları o kadar büyük olur ki, Millet Meclisi’nde böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışılır. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler alır. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundur. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verir.
Bu arada Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim eder:
“Büyük Millet Meclisine gittik. İsmail Fazıl paşanın ismini söyleyince vazifeliler bizi büyük bir salona itibarla aldılar. Burası binanın tam merkezindeydi. İçinde hemen hemen hiç eşya yoktu. Muayede salonu gibi bir yerdi. Ötesinde berisinde tek tük koltuklar, iskemleler vardı. Herkes pencere tarafında ayaktaydı. Mustafa Kemal’in silüetini görüyorduk. Etrafını iri cüsseli insanlar kuşatmıştı ama göze o çarpıyordu.
Kapıdan girdiğimizi fark edince, İsmail Fazıl paşa bize yürüdü. Ellerimizden tuttu. Birkaç adım attırdı. Sonra, takdim edeceği gençlerin biz olduğumuzu Mustafa Kemal’e Giritliye çalan şivesiyle söyledi.
Mustafa Kemal de konuştuğu gruptan ayrılıp bize yaklaşmıştı. Salonun tam ortasında buluştuk.
İsmail Fazıl paşa, isimlerimizi zikrederek:
– Genç şairler, diye bizi takdim etti.
Mustafa Kemal, elini ilkönce bana uzattı. Aklıma öpmek geldi. Sonra askerî bir eda ile sıkmayı üslûba daha uygun buldum. Yine balkonda gördüğümüz kılıktaydı. Külotluydu. Ve meşin getrleri vardı.
Elinin etkisini hiç unutmayacağım. Bir kadın eli kadar nahifti. Nâzım da aynı şekilde selâmladı. Zaten ben öpseydim, elini o öpmeyecekti. Onun hesabına gaf olmasın diye hareketimi ayarlamıştım.
“Yolculuğunuz nasıl geçti? Ankara’yı nasıl buldunuz?” gibi basmakalıp lâflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi:
– Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi.
Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selâmlayıp bizden uzaklaştı.
Ertesi gün, sonradan vekil olan ve “Hayat bir katakullidir” diye de bir vecize yumurtladığı kendisini sevmeyenler tarafından ortalığa yayılan bir zat bizi yolda görüp dedi ki:
– Paşa hakkında derhal birer methiye yazın. Bana verin götüreyim.
Bu politika adamından ayrıldıktan sonra Nâzım, dişlerinin arasından, içinde birçok “s” harfleri olan uzun bir küfür savurdu.
Ben de Mustafa Kemal’e büyük hürmet beslememe rağmen, menfaat kasıtlı şiir yazmağı gayeye hizmet saymadım.
Ankara’daki birkaç hatıramızı daha anlatarak bu faslı bitireyim:
Birinci gelişimde değil, ikinci gelişimdeydi Ankara’ya. Meşhur Kuyulu kahvede beni Mehmed Akif’e takdim ettiler. Görüşmeyi o istemiş. Çok iltifat etti. Ve ne kadar gariptir ki, o da aynen Mustafa kemal’in dediğini tekrarladı:
– Mevzusuz modern şiirler yerine gaye şiirleri yazınız. Sanatı sanat için değil, gaye için kullanınız.
Vasıta bir ama hedef ayrı galiba? Birinde gaye Kemalizm, öbüründe gaye, islâmî… Ümmetçi… Nâzım’da sosyalizm…”
Kısa bir süre sonra Nâzım ile Vâlâ Nureddin, öğretmen olarak Bolu'ya atanırlar. Bolu'da tanıştıkları Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korumaya alır. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi'ni anlatmakta, Lenin'den, Kautsky'den söz etmekte, Sovyetler Birliği'ni görmek istediğini söylemektedir.
Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verirler.
ZONGULDAK’A İKİNCİ GELİŞİ…
Zonguldak’a ikinci gelişleri, bu nedenle olur. 1921 Ağustos’unda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a geçerler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921'de Batum'a varırlar. Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazılırlar.
Bu yolculukta Bolu’dan Akçakoca’ya gelip oradan küçük bir vapurla Zonguldak’a geçerler. Vâ-Nû’nun anlatımından okuyalım:
“– Mademki Zonguldak’a uğruyoruz, Anadolu’ya ilk gelişimizde bize ziyafet çeken şiirsever aydınlara biz de bir ziyafet çekelim Vâlâ. .
– Peki Nâzım, onlarınkinden daha mükemmel bir sofra donatalım.
Gelsin rakılar, gitsin boş meze tabakları, gelsin dolu meze tabakları.
Fakat Zonguldaklılar ikramda bizden aşağı kalmamışlardı. Hatta bir de yaman sürpriz hazırladılar.
Zonguldak’ın o zamanki dekoru hayalimde yer etmiştir: 
Deniz kıyısında bir dağ, 
dağın güzel sırtlarında villalar, 
eteklerinde mağaralar. 
Villalarda patronlar, 
mağaralarda da maden işçileri... 
Sosyalistleri çileden çıkaracak bir manzara ki değmeyin gitsin.
Patronlar ama ne patron! 
Çoğu imtiyaz sahibi ecnebiler. 
Hatta içlerinde Rumlar vardı ki, 
soydaşlarıyla cephede boğuşuyorduk. 
Bir terbiyeli, “rafine” Grek’in muhteşem villasına,
 Zonguldaklı aydınlar, 
her ne münasebetle ise, bizi davet ettirdiler.
Kapılardan karşılandık. Bey kıyafetli uşaklar, proteslalı hizmetçiler, görülmemiş yemekler, içilmemiş içkiler. Balık yumurtası, havyar, şampanya, tatlı dil, iltifat…. Ve belki de kurnaz Grek’in Kurtuluş Savaşına komplimanları… Ben Ankara’dan yeni gelmişim, yelpaze külâhımla! Milliyetçi şiirler haykıran Nâzım Hikmet’in upuzun kalpağı karşısında rafine reveranslar…. Zâhir, patron: “Bunlarda bir iş var” diye düşünmüş olacak.
Veda edip kayalıklardan aşağı iniyoruz. Maden işçileri Taşdevri insanlarının hayatını yaşıyorlar. O zamandan aklımda kaldı: Sabah akşam ha babam karamancar yiyorlar. Sebze denemez deve dikeninden hallıca bir ot… Dekorlar ve insanlar karşısında utanıyoruz. 
Nâzım, bütün bunları zaman zaman şiirlerine, piyeslerine geçirmiştir. Ve Nâzım bir de ressam yetiştirdi hapishanede: Balaban’ı yetiştirdi. Balaban’ın tablolarında o kâbus gibi suratlara çok rastladım. Nâzım’dan aldığı ilham gibi geldi bana… Çünkü Balaban’ın memleketi olan Bursa’yı, Bursa köylerini çok gezdim, o yeşil diyarın güler yüzlü Müslümanları bu üslupta değildir. (….)”
Nâzım Hikmet, yaşamının özellikle gençlik dönemini anlattığı son romanı Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’de Vâlâ Nureddin’in konu ettiği yukarıda alıntıladığımız bazı olaylara değinir(4). Ancak Zonguldak’tan hiç söz etmez…
Büyük Usta’nın özellikle Zonguldak veya maden işçileri üzerine yazdığı bir şiiri yoktur ama; hiç kuşkusuz Nâzım, işçi sınıfının en güzel şiirlerini kaleme almıştır...
Alıntı: Sadun Duran
GazeteEreğli(Şubat 2019)
Zonguldak Nostalji