KONUK YAZAR

Yasemin Çakıcı Kolçak

Yaşasın kadın dayanışması 

Öldürülüyoruz. Her geçen gün artıyor ölülerimiz. Acımasızca katlediliyoruz.

Sevdiği erkekler tarafından öldürülen, celladına aşık ölüler tarihine yazılıyoruz birer birer.

En çok eşimiz, sonra babamız, erkek kardeşimiz ve sevgilimiz öldürüyor bizi. Sevdiğimiz yerden, kalbimizden vuruyorlar bizi bazen. Öfkelerini patlatırcasına, egolarını patlatıyorlar üzerimizde. Bedenlerimizi doğruyorlar, kadınlığımızı parçalıyorlar ve o egolarının verdiği kararla ''Ya benimsin ya kara toprağın'' anlayışıyla onlar için gelinen son durakta yaşamdan, sevdiklerimizden, hayallerimizden indiriyorlar bizi. Her susuşumuzda yasallaşıyor cinayetlerimiz. Dini töreni eksik, katli vacip kurbanlarız, üstelik cellatlarımız haneden.

Biz öldükçe palazlanıyor cellatlar, cellatlar palazlandıkça çoğalıyor ölü kadınlar.

Eksik etek acizliğinde erkeğe emanet, erkeğin insafına kalmış hayatlar yaşıyoruz. Yaşarsak kaderimizi yaşıyoruz, ölürsek fıtratımızda yok oluyoruz. Hafifletici sebeplerin ve tahrik indirimlerinin gölgesinde öldüğümüzde bile yok oluyor kadınlığımız. Oysa kadının tahrik edişi doğuştan potansiyel tahrikçi (kadın) karşısında erkeğin engel olamadığı pohpohlanmış dürtülerinde gizli çoğu zaman. Kayıtlara '' tahrik indirimi'' diye geçmesi celladının cezasını indiriyor, kadınınsa onurunu.

Susuyoruz. Her geçen gün artıyor ölülerimiz. Var gücümüzle susuyoruz.

Henüz küçük bir kız çocuğuyken bastırılan 'kız' kimliğimizden bu yana susuyoruz. Eteğimizin altı görünmesin diye giydirilen pijamadan, tayttan bu yana susuyoruz. Ergenliğimizde henüz büyüyen göğüslerimizden utandığımız, sakladığımız günlerden bu yana susuyoruz. Erkek kardeşimizin pipisinin görüldüğü bizimse cicili bicili elbiselerimizle çekilmiş fotoğraflarımızdan bu yana susuyoruz. Giydirilmeyen kısa eteğimizden, sürdürmedikleri rujumuzdan, gidemediğimiz eğlencemizden ve kimbilir gidemediğimiz okuldan bu yana susuyoruz.

Annemizin bizi ''baba evinde koca eline hazırladığı'' ve baba evinden uğurlayıp, koca eline emanet ettiği günden bu yana susuyoruz. Erkeğin deneyimlenmiş onlarca gerdek gecesinin yanında bizim yaşadığımız ''ilk gece'' korkusu ve utancından bu yana susuyoruz.

Kendimiz olmayı unutup anne olduğumuzdan, eş olduğumuzdan bu yana susuyoruz. Mahallelinin olası dedikodusundan milletin ''ne derler'' korkusundan bu yana susuyoruz. Bizim "hanım hanımcık" oturuşumuz yanında erkeğin bacaklarını açarak oturuşundan bu yana susuyoruz. Ailenin, erkeğin, mahallenin şerefi olup, cinselliğimiz yok sayıldığından, ''namus'' olup erkeğin ''namusuna'' dil uzattıklarından bu yana susuyoruz.

Erkeğin atının, silahının yanında ''avradı'' olduğumuz günden bu yana susuyoruz. Törelere kurban gittiğimiz, berdel olduğumuz; tarla, öküz karşılığı satıldığımızdan bu yana susuyoruz. Kuma gittiğimiz, kuma oluşumuzdan bu yana susuyoruz. Çocuk yaşımızda amcalara, dedelere gelin diye sunulduğumuzdan, kadının tarla, erkeğin ekin olduğundan bu yana susuyoruz.

Aslında Havva'dan… Adem ile Havva'yı bize anlattıkları günden bu yana susuyoruz.

Susturulmuşuz. İnandıkça susmuşuz, korktukça susmuşuz. En çok kaynağını dinsel dogmalardan, dinsel gericilikten alan erkeği üstün cins, kadını aşağı cins yapan, erkeği kadının namus bekçiliğiyle görevlendiren erkek egemen yaşam biçimi karşısında yüz yıllarca susturulmuşuz. Aynı inanış ve korkuyla nice oğullar, nice kızlar yetiştirmişiz. Yaşadığımız toplumun eşitsizce üzerimize biçtiği toplumsal kadın rollerimizi sessizce kabul edip, sırtımıza geçirmişiz. Bizi edilgen ve bağımlı kılan bu rolün doğuştan gelen farklılıklardan değil yaşadığımız toplumla ilgili olduğunu ve değiştirilebilir olduğunu da görememişiz.

Ancak yüzyıllardan bu yana bize dayatılan baskılardan kurtulmak, inançlarımızı, korkularımızı atmak, toplumsal cinsiyet rollerimizden sıyrılmak ve bu eşitsizliği ortadan kaldırmak hızlı bir şekilde mümkün değil. Üzerimizde yüzyılların ağırlığı, ezilmişliği, bağımlılığı var. Toplumun ve ailenin biz kadınlara üstlediği görevler var. Erkeğin ve iktidarın kadını kendine göre şekillendirdiği yaşam biçiminin yanında alıştığımız geleneksel kadın rollerimiz ve bu rollerimizden kopma, değişme korkumuz var. Biz bunlardan sıyrılmak istedikçe erkeğin vurduğu ve devletin koruduğu bir hukuk sistemi var.

Aynı zamanda kadının üretkenliğinden, kadın emeğinden, kadının özgürleşmesinden korkanlar var. Bu korkuyla kadınla erkeğin eşit olmadığını savunarak, kadını tecrit altına almaya çalışan ve erkeğin tahakkümüne hapsetmek isteyenler var.

Ve sürekli artan kadın cinayetleri var. Ülkemizde her gün üç ya da beş kadının ''kadın cinayetlerine'' kurban edilmesi var. Ölenin hep kadın, öldürenin hep erkek olması ise bir tesadüf değildir. Tesadüf olmayan bu ölümlerin yıllara yayılarak serileşmesi de artık gösterdi ki kadın cinayetleri politiktir.

Kadın erkekten daha aşağı bir cins değildir. Varlığımız ve yaşamlarımız erkeklere emanet değildir. Sadece aile ile var sayılmak kadın kimliğimizin yok sayılması demektir. Babamız, kocamız olmadan da sosyal güvence, eğitim, sağlık, barınma vb. haklarımız, statülerimiz var.

Bu gerçekleri bilmek ve yüzyıllardır bize dayatılmış adına töre, gelenek, namus, kader, fıtrat denilen, bizi ezen, bağımlı kılan ve edilgen kılan baskılardan öncelikle de toplumsal cinsiyet rollerimizden sıyrılmak zorundayız. Örneğin evin işlerini yapmak, kocaya hizmet etmekle ''yuvayı dişi kuş yapar'' ya da çocuklarımıza bakmakla ''cennet anaların ayakları altındadır'' yalanlarına inanmamakla yola koyulabiliriz. Kadın düşmanlığına dur demek, kadın - erkek eşitliğini sağlamak, kadın kimliğimizle bağımsız yaşamak, bedenimizle ilgili kararları almak ve toplumsal rollerimizi belirleme noktasında bir örgütlülüğe ihtiyacımız var. Artık ortak acılarımızı, ortak öfkelerimizi tek bir sesle isyana dönüştürme zamanı gelmiştir.

Elbette ''eşitiz'' diyen kadınları uysal ve şirin görmeyecekler. Biz eşitiz, varız dedikçe bu toplumun aykırısı, farklısı, kavgacısı, tehlikelisi olacağımızı; tacizleri, tecavüzleri ''hak edeceğimizi'', dini gerekçelerle tecrit altına alınmaya çalışılacağımızı biliyoruz. Ama şu bir gerçek ki, biz varız ve eşitiz. Bu gerçeği kadınlar dahil herkes görmek ve kabul etmek zorundadır.

Gelin yüzyılların suskunluğunu bugün, kadın düşmanlarına, kadın katillerine duyduğumuz öfkeyle çığlığa dönüştürelim ve isyanımızla yok edelim.

Gelin 25 Kasım Cumartesi günü Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü’nde birlikte haykıralım;

Yaşasın kadın dayanışması..!!