Zonguldak'ın en acı gerçeklerinden biri de ‘kaçak ocak’ diye tabir edilen ruhsatsız ocaklardır. O kadar yürek yakıcı bir konudur ki, kimse dokunmaya cesaret edememiştir.

İşsiz kalan insanlara, "Aç kalsanız da ölüm tehlikesi olan ocaklara girmeyin" demek, onları ikna etmiyor. Polisiye tedbirler, cezalar, hatta ölümler bile durduramıyor işsizleri. Polis ve jandarma bir ocağı mühürleyip arkasını döndüğünde, mühür çoktan sökülüp ocak açılıyor.  

Zonguldak Valisi Erdoğan Bektaş, maden ocaklarındaki ölümlerden ızdırap duyuyor. Bu nedenle kaçak ocakların üzerine gidiyor. Haklıdır, zira sorumluluk sahibi bir idarecinin en küçük bir olayda kendini suçlu hissetmesi, son günlerde unutulan bir yönetici/idareci vasfıdır. 
Ancak kaçak ocaklar bir keyfiliğin değil, bir zaruretin sonucudur. Kara yazgılı bir kentin kanayan yarasıdır.  

Aslında devletin tavizsiz denetim mekanizmasını işletmesi, TTK ve özel maden ocaklarında istihdam sağlanması ve mevcut kaçak ocak sahiplerine belirli iş güvenliği standardını yakalaması adına teşvik verilmesi gibi yeni düzenlemelerle sorun çözülebilir.

Geçmişte bunun örneği yok değil. Geriye dönüp baktığımızda meselenin 150 yıllık geçmişi olduğunu görürüz. Devlet o dönemde ciddi bir düzenlemeye gitmiş. Her ocak numaralandırılmış. Üretilen kömürü devlet satın almış. Ocakların malzemeleri ve diğer giderleri devlet tarafından karşılanmış. İşçinin ücretini de devlet üstlenmiş. Dolayısıyla iş güvenliği ve denetimi de devletin kontrolü altına girmiş. Tabi bu durum ‘kömür ağaları’nın işine gelmeyince uygulama kalıcı ol(a)mamış. Ve Zonguldaklılar o günden bugüne acı bedeli ödemeye devam ediyor.
 
Ne acıdır ki, bu mevzuda elini taşın altına koyan da yok!

Hal böyle olunca işin içinden çıkılamıyor. Bir tarafta işsiz kalan insanlar, öbür tarafta yaşanan acı ölümler… Bu iki kötü arasında çıkmaza giriliyor.

Kaçak ocakçılar, yetkililere derdini anlatmış

Geçenlerde mühürlenmiş bir ocakta ölümler yaşanınca kaçak ocaklar teker teker kapatıldı. Bu defa binlerce genç işsiz kaldı. İşçiler ve ocak sahipleri çıkmaza girdi. Gelik ve çevresi ekonomik anlamda kilitlendi.

Bu durumu aşmak üzere ruhsatsız ocak sahipleri toplanmışlar. Zonguldak'ın ekâbir takımı da bu toplantıya katılarak kaçak ocak sahipleriyle bir araya gelmiş. Her şey enine boyuna tartışılmış. Toplantıda bazı kişiler, yaşadıkları zorluğu sert sözlerle dile getirmiş. Hatta bazıları, "Madencilerin eşleri kötü yola mı düşsün? İnsanlar açlıktan mı ölsün?" gibi ifadeler kullanmış.

Kimisi de “Ocakların hepsini kapatırsanız on bin insan işsiz aşsız kalır. Bu kadar insanı gözden mi çıkaracaksınız? Gelik’te gençler çok zor durumdalar. Bakkala, esnafa borcunu ödeyemez hale geldiler. Ocakları kapatınca bu insanlar ne yiyecek, ne içecek?” şeklinde konuşmuş.

Kapatmak çözüm değil.

Ocakları kapatmak yerine; iş güvenliği standartlarına uygun hale getirmek, teşvik vermek, adil ve etkin denetim yapmak daha akılcı/kalıcı bir çözüm olur kanaatindeyim.

Tabi ki devlet büyüklerinin ve milletvekillerinin toplantıya katılıp ocak sahiplerini dinlemesi de bir adımdır. Bu konuda milletvekillerine çok önemli görevler düşmektedir. Bu insanların desteğini alarak seçilen bölge milletvekilleri, Meclis’te bu konunun çözümü için elini taşın altına sokmalıdır. Hükümet’e durumu anlatmalı ve yeni düzenlemeler ile binlerce insanın geçimini sağladığı ocaklardan çıkan kömür yasal hale getirilmelidir. Böylece hem üretim hem de istihdam sağlanmış olur.   

İş sahibi yaparken insanları canından etmeyelim ama…

Bu arada denetim görevi aksatılmadan yapılmalıdır.
Bu, işin ekonomik kısmı, bir de can boyutu var.

Oraya değinmezsek de insanlık adına, Zonguldak maden tarihi adına yanlış yapmış oluruz.

Hiç unutmuyorum. Yıl 2011 idi. Kilimli’de kaçak bir ocakta göçük bilgisi aldık. Gazeteci meslektaşlarımızla olay yerine gittiğimizde polise henüz haber verilmemişti. Kime sorsak olayı gizliyordu. Fakat olay yerinin yakınlarında tanıdık şahıs gelip “İşçi bizimle konuşuyor, bacak kısmı göçük altında, hemen alıyoruz onu. Hiçbir şeyi yok.” deyince geri dönmüştük.

Ertesi sabah bir öğrendik ki işçi halen göçük altında. Ocak sahipleri işçiyi bırakıp kaçmış. Polis ise olay yerinde...

Meğer adamcağız, “Beni kurtarın. Benim iki çocuğum var. Onlara acıyın!” diye yalvarmış. Tabi ocak sahipleri oralı olmayınca son sözleri, “Sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum. Sizi Allah’a havale ediyorum” olmuş.
 
(Şimdi ocakçıların da burada şapkayı önüne koyması ve içlerinde üç kuruş için insan hayatını hiçe sayan vicdansızları barındırmamaları lazım!)

Olay gizlendiği için kurtarma çalışmaları aksamış ve neticede Şenel ismindeki işçinin cansız bedeni, ocaktan 40 saat sonra çıkarılabilmişti. 

Acılı aile morg önünde mikrofonlarımıza, “Kardeşimizin hakkını sonuna kadar arayacağız. Bu işin sorumlusunun cezalandırılmasını istiyoruz” demişti.

Ben olaydan çok etkilenmiştim. Aileye ulaştım ve kendileriyle röportaj yapmıştım.

Ölen işçinin 12 yıllık eşi Emine Hanımın sözleri, kaçak ocak meselesinin iç yüzünü açıklıyordu:
"Bir hafta kar yağdı. Sonra aradılar ocakta çalışması için. ‘Gelmezsen paranı alamazsın’ dediler. Biz zaten kirada oturuyorduk. Mecburen gitti. Evimizde kömür de kalmamıştı. ‘Belki kömür getiririm’ diye evden çıktı. ‘Saat 17.00'de gelirim, gelmezsem seni ararım’ dedi. Çocuklarım var diye çok bağırmış ama kurtarmamışlar. Bekledim durdum haber vermediler. Sonra acı haber geldi. Eşim bana ocaktan ayrılacağını söylemişti. Kar yağdığı için iş arayamadı. Havalar düzelsin başka iş bakacağım. Beni tek başıma ocağa sokuyorlar diyordu. Kendileri de ocağa girmeye korkuyorlarmış. Kim bilir ne dediler de kandırdılar. Eşim çocukları çok severdi. Akşam işten gelince kucağından indirmezdi. Bizi köye göndermezdi. Sizi bırakamam diyordu"

Röportaj sırasında aile büyükleri evladının hakkını sonuna kadar arayacaklarını, sorumluların cezalandırılmasını istemişti. Hatta şikayetçi olmamaları için para teklif edildiğini ancak kendilerinin şikayetten vazgeçmeyeceklerini beyan etmişlerdi. Ancak ne oluysa sonradan bu hak unutuldu, olay sessiz bir şekilde tarihteki yerini aldı.

Tehdit mi yoksa gözü kör olasıca fakirlik mi etkili oldu bilinmez; ama olan, Şenel kardeşimize oldu. Ve tabi ki geride kalan eşine ve masum çocuklarına…

‘Kendi ailelerinin bile peşine düş(e)mediği bu acılar nasıl çözüme kavuşturulabilir ki…’
diyebilirsiniz!

İşte bu da olayın sosyolojik, ekonomik ve ahlakî boyutudur.    

Amacım geçmişi kurcalamak değil.

Belki günün birinde meselenin çözümüne ışık tutar umuduyla gördüklerimizi yazmaktır.  

Özetlersek bu işin ekonomik boyutu var, sosyal boyutu var, iş güvenliği boyutu var, denetim eksikliği ve yasal boşluk boyutu var…

Bu kadar etraflı düşünmeden ele alınacak hiçbir çözüm, gerçekçi ve kalıcı olmaz.

Ben diyorum ki;

Evde aşımız kaynasın, tende canımız kalsın!