Türk halkı olarak demokrasi seviyemiz nedir; demokrasi konusunda nereden başladık ve bu günlere nasıl geldik; bu günkü konumuz bu!
   Bunun için öncelikle demokrasi serüvenimizi, daha doğrusu demokrasi tarihimizi bilmemizde fayda var. Aslında ben ''demokrasi tarihimiz'' diye bir kavram şu ana kadar duymadım. Bu kavram şimdiye kadar kullanılmadı ise ben icat etmiş olayım.  Çünkü böyle bir tarih bilgisine ihtiyacımız var. Ne demişler; geçmişini bilmeyenin geleceği olamaz!
   Elbetteki bizim demokrasi serüvenimizin de bir tarihi vardır. Ama bu tarih çok kısa bir tarihtir ve başlangıcından bu güne daha 150 yıl bile geçmemiştir.
   Biliyorsunuz, demokrasinin olmazsa olmazı hak ve özgürlükler tepeden zembille indirilip verilmez. Dünyadaki hiçbir iktidar yönettiği halkın tam özgür olmasını istemez. Çünkü özgür insanları keyfi yönetmek zordur. Kısacası demokrasi yukarıdan verilmez, aşağıdan talep edilir! ''Ağlamayan çocuğa meme verilmez'' ata sözümüz bunun güzel bir ifadesidir.
   Şu da bir gerçektir ki, öyle aşağıdan rica minnetle talep ederek de olmaz bu iş! Bunun için zorlu mücadeleler yapmak, hatta atılım yapmak gerekir. Siperden doğru zafer kazanıldığını siz hiç duydunuz mu? Demokrasi kazanımı da bir zaferdir, ve dünyada hep mücadelelerle ve gerektiğinde siperden hücuma kalkarak  kazanılmıştır.
   Bana göre, biz çağdaş Türkler'in demokrasi tarihinin başlangıcı 1870'li yılların başından başlar. Başlatanlar da kurtuluşu meşrutiyette gören, Avrupalıların ''Jön Türkler'' dediği, başını Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi genç Osmanlı aydınlarıdır. Avrupa tahsili görmüş, batılılaşma yanlısı bu grup ''Yeni Osmanlılar Cemiyeti''ini kurarak hareketlerine resmiyet kazandırmıştır.
   Bunların baskısıyla tahta geçirilen II. Abdülhamid 23 Aralık 1876 yılında 1.Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır.
   Değerli okuyucular, takdir edersiniz ki bu konu bir köşe yazısına sığdırılamaz. Birçok olay, birçok isim ve birçok tarih kafanızı karıştırabilir. Bu yüzden ben özetin özetini çıkararak ilerleyeceğim. Ama önce o yıllardaki sosyolojik ve etnik duruma bir göz atalım. İsterseniz önce Türkler ne durumda idi, ona bakalım.
   Tarihçiler her ne kadar Osmanlıları Türk diyorsa da; Osmanlılar Türklüklerini kaybetmiş; Türk olmayı hakaret sayan bir hanedan idi. Türklerle ilgili en aşağılık ifadeleri kullanırlardı. Ermenilere ''Milleti Sadıka'', yani sadık millet; Araplara ''Kavmi Necip'', yani seçkin millet derken Türklere en hafifinden ''Etrak-ı bi idrak'', yani kafasız Türkler derlerdi. Hatta son Osmanlı Padişahı Vahdettin yabancı bir dergiye verdiği röportajda,Türkler için ''Türkler, dini, kavmiyeti, vatanı şüpheli ve mahlut cahil bir kitledir'' demiştir.
   Bu nedenlerle, Osmanlıların oluşturdukları bir nevi kast sisteminde Türkler hep en alt tabakada yer almıştır. Subay ve devlet adamı yetiştiren Enderun gibi okullara alınması bile yasaklanmıştır. Ne devlet memuru yapılmış, ne subay yapılmış, ne de sanayi ve ticarete sokulmuştur.. Köylerde ilkel usullerle çiftçiliğe ve çobanlığa mahkum edilmiştir. Sadece vergi veren ve Padişaha asker yetiştiren bir köle sınıfı gibi kalmıştır. 600 yıl boyunca hiç bir ilerleme kaydedemeden yerinde sayan Türkler için, bazı tarihçiler bu süreye ''Türklerin kayıp 600 yılı'' demektedirler. Sonuçta fakir ve eğitimsiz bırakılan Türkler imparatorluğun en çilekeş milleti olmuştur.
   Ayrıca, bir de ''Evladı Fatihan'' denilen Türkler var. Bunlar Osmanlıların genişleme döneminde Anadolu'dan alınıp Balkanlar'a göç ettirilen Türklerin torunlarıdır. Fakat imparatorluğun küçülme döneminde bunlar Balkanlar'dan tekrar Türkiye tarafına göç etmek zorunda kalmışlardır. Yoğunluklu olarak başta İzmir ve Selanik  olmak üzere Ege Bölgesi'ne yerleşmeye başlamışlardır.
  İkinci olarak Yahudileri ele alalım. Çünkü demokrasi tarihimizde onların da önemli bir yeri var.
  Bu gün yaşadıkları topraklardan 2000 sene önce Araplar ve Romalılar tarafından kovulan Yahudiler, başta Avrupa olmak üzere dünyanın her tarafına dağılmışlardı. Fakat gittikleri yerlerden de kovuluyorlardı. En son, 1492-1496 yıllarında yoğun yaşadıkları İspanya'dan ve Portekiz'den de kovuldular. Sefarad Yahudileri adı verilen bu Yahudileri bir tek Osmanlılar kabul etti.(Diğer ülkelerdeki Yahudilere ise Aşkenazi Yahudileri denilmektedir.)
   Osmanlıların bu iyiliğini hiç unutmayan ve gidecek başka yerleri de olmayan Yahudiler Osmanlılara hep sadık kaldılar. Gittikleri her yerden kovuldukları için toprak sahibi olmak yerine ticareti, sanayiyi, tıbbı ve bilimi tercih ettiler. Osmanlılara bu konularda  çok hizmet ettiler.
   Fakat, 31 Mayıs 1665 yılında, Sabetay Sevi adında bir Yahudi ''Ben Tevratta bahsedilen Mesih'im'' diye ortaya çıktı. Epey de taraftar topladı. Buna kızan Padişah 4.Murat Sabetayı tutuklattı. Müslüman olmazsa kellesini vurduracağını söyledi. Bunun üzerine Sabetay Müslüman oldu ve Müridlerinden bazıları da onunla beraber Müslüman oldu. İşte sonradan Müslüman olan bu Yahudilere de Sabetaycı denilmektedir.
   Demokrasi tarihimizde Yahudilerin ve Sabetaycıların rolüne geçmeden önce; o tarihlerde Osmanlının yüzü Batıya bakan en önemli iki şehri İzmir ve Selanik'teki etnik popilasyon dağılımına bakmakta fayda var. Çünkü demokrasi tarihimiz buralardan başladı.
   1873'te İzmir'in nüfusu 155.000 idi. Bunun 75.000'i Rum, 45.000'i Türk, 15.000'i Yahudi, 10.000'i Katolik, 6.000'i Ermeni ve 4.000'i de diğer yabancılardı. Aynı tarihlerde Selanik'e gelince; toplam nüfus 90.000 idi. Bunun 50.000'i Yahudi, 22.000'i Müslüman ve Sabetayist ve 18.000'i de Rum'du. Görüyorsunuz Selanik o yıllarda adeta bir Yahudi ve Sabetayist kenti idi.
   Tabii ki bir de ''Beyaz Türkler'' olayı var! Kim bunlar? Şimdilerde tarifi şöyle yapılmaktadır: ''Kendisini Batılı olarak tanımlayan bir kısım asker-sivil bürokratlar ve aydınlardır. Batılı ve seküler hayat tarzını benimsemiş, ekonomik düzeyi yüksek, eğitim hayatının tümünü veya bir bölümünü yurt dışında tamamlamış güçlü bir azınlığı ifade eder.''
   Şimdi bir soru: Yukarıda durumlarını özetlediğim, özellikle Anadolu Türkler'i o tarihlerde bu Beyaz Türkler grubuna girebilir mi? Aklınız ve mantığınız alıyor mu? Peki kim giriyor bu gruba? Büyük ölçüde Sabetaycılar dahil, genellikle devşirme ve etnik kökeni Türk olmayan, ama bu topraklarda yaşadıkları için Türklüğü kabul eden insanlardır. İçlerinde, özellikle Evladı Fatihan grubundan insanların arasından çıkan, Avrupa eğitimi ve kültürü almış çok az sayıda Türk de vardır. Bana göre Atatürk de bu gruba dahildir.
   Ayrıca, o tarihlerde Macar, Rus, Polonya ihtilallerine karışmış ve Osmanlı'ya sığınmak zorunda kalmış çok sayıda yüksek rütbeli subay, asker ve sivil de sonradan Beyaz Türkler sınıfına girmiştir.
   Etnik kökeni farklı ama anayurtlarını kaybetmiş, Beyaz Türk dediğimiz bu insanlar gidecek başka yerleri olmadığından, artık kendileri için de vatan belledikleri bu vatana sahip çıkmak için en az Türkler kadar Türkçülük yapmışlardır.
   Demokrasi tarihimizi daha iyi anlatabilmek için gerekli gördüğüm bu bilgileri verdikten sonra, kaldığım yerden devam ediyorum.
   II. Abdülhamit'e I. Meşrutiyeti kabul ettirerek anayasal düzeni sağlayan Jön Türkler aslında mevcut düzenin taşlarını yerinden oynatmışlar dır. Fakat bu taşları demokrasiye ve yeni bir Türk devletinin kuruluşuna kadar giden yola döşemeye başlayanlar da, İttihat ve Terakki Cemiyetini kuran (1989) ve yönetenlerdir. Her ne kadar sonradan cemiyet yerine fırka adını alan bu siyasal hareketin en önemli yöneticileri olan Talat, Cemal ve Enver Paşalar Osmanlı Devletini, Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na soktukları için, bu oluşum bazıları tarafından eleştirilse de; bunların demokrasiye katkıları yadsınamaz. Nitekim, I. Meşrutiyeti fesheden II. Abdülhamit'e II. Meşrutiyeti kabul ettiren (23 Temmuz 1908) ve 1908 ile 1918 yılları arasında kısa aralıklarla devlet yönetimine egemen olan bu fırka, bir anayasa hazırlayarak mebuslar meclisini kurdurmuştur. Böylece batılılaşma ve demokrasi adına önemli adımlar atılmıştır.
   Tabii ki bu işler öyle kolay olmamıştır. Bu uğurda büyük risklere girilmiş büyük bedeller ödenmiştir. Çok kurbanlar verilmiştir. Hatta iktidarlarının sonunda hareketin en önemli üç isminden Talat Paşa Berlin'de (15 Mart 1921), Cemal Paşa Tiflis'te (1922)  Ermeni militanlar tarafından öldürülmüştür. Enver Paşa da Türkistan'da Bolşeviklerle yapılan bir çarpışmada şehit düşmüştür. (1922).
   Aslında bu hareketi ilk başlatanlar Paris'te eğitim gören Osmanlı gençleridir. Sloganları Fransız devriminin ünlü sloganı olan ''hürriyet, eşitlik, kardeşlik'' idi. Bu hareketin kaynağı Paris ise de sonradan Selanik'e, oradan da İzmir ve İstanbul'a yoğunlaşarak büyümüştür.
   Atatürk müşterek amaçlar için bir süre bu fırkaya katılmış ve bir süre sonra da ayrılmıştır. Çünkü onların liderleri ile fikir ayrılığına düşmüştür. Fikir ayrılığının nedeni ise şudur: İttihatçı liderler Osmanlı devletinin ıslahını savunuyorlardı. Batılı bir anayasa yapılıp hayata geçirilirse imparatorluğa yenilik ve demokrasi geleceğini sanıyorlardı. Atatürk ise yeni bir Türk devletinin kurulması gerektiğini söylüyordu.  
   Sonradan İttihatçılar kendi aralarında da fikir ayrılığına düşmüşler ve fırkayı feshetmişlerdir. Bunlardan önemli bir kısmı Kurtuluş Savaş'ında Atatürk'ün yanında yer almıştır.
   Kurtuluş savaşını başlatmak üzere, Atatürk 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak bastığı zaman Anadolu'da manzara şöyleydi: Yukarıda da özetlemeye çalıştığım gibi, Osmanlıların ezdiği, fakirliğe mahkum ettiği Türkler eğitimsiz ve perişan bir halde idi. Adeta İmparatorlukta ne olup bittiğinin farkında bile değillerdi. Kaderci ve  kendilerine empoze edilen biat kültürü nedeni ile Padişahçı idiler. Bu nedenle vatan, millet, hürriyet, cumhuriyet ve demokrasi kelimelerini bile hayatlarında duymamışlardı. Bunların üstüne bir de kendilerine din adına  dayatılan Arap kültürü nedeniyle, dünya işlerinin önemli olmadığına, önemli olanın ahirete hazırlık olduğuna inanıyorlardı. Kendi aralarında örgütlenme diye bir şey de yoktu.
   İşte böyle bir manzarada Atatürk ve bir avuç arkadaşı, bu zor koşullarda Anadolu Türklerini de adeta uyandırarak örgütlediler. İstiklal savaşı böyle kazanıldı. 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet meclisi açıldı. 29 Ekim 1923'te de Cumhuriyet ilan edilerek bu günkü modern Türkiye kuruldu.
   Cumhuriyet kuruldu kurulmasına ama, Atatürk'ün dediği gibi, esas büyük savaş daha yeni başlayacaktı. O da cehaletle savaş idi! Acaba o savaşı kazandık mı? İşte benim bu yazıyı yazmamdaki ana sebep bu konudur!
   Değerli okuyucular, buraya kadar yazdıklarım tarih bilgimizi tekrar hatırlamak ve esas söylemek istediklerime alt yapı hazırlamak içindi.
   Yazıma şu üç tespitle devam ediyorum:
   1 - Hürriyet ve demokrasi için bayrağı ilk açan Jön Türklerden başlayın; mevcut sistemi esas sarsan İttihat ve Terakkicilerden Cumhuriyet'i kuranlara; hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarında devleti inşa edenlere kadar gelin; yönetici kademesindeki tüm aktörlerin Beyaz Türkler olduğunu görürsünüz! İsterseniz en azından İnternetten bu kişileri araştırabilirsiniz. Çoğunun da sabetaycı olduğunu görünce şaşıracaksınız! Google'a ''Meşhur Sabetaycılar'' diye yazın bakın karşınıza kimler çıkacak.. İttihat ve Terakkinin kurucularından ve en ateşli mücadelecilerinden Dr. Nazım'ı, en önemli yöneticisi Talat Paşa'yı, düşmana İzmir'de ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin'i ben size örnek olarak söyleyeyim. Daha yakın tarihe gelirsek, Celal Bayar'dan Tansu Çiller'e kadar daha birçok tanınmış kişiyi sayabiliriz.
   Kısacası demokrasi tarihimizde, mücadeleleri başlatan ve yöneten hemen hemen tüm kadrolar hep Beyaz Türktür. Yakın tarihimizde, ve hatta günümüzde de bu böyledir!
   2 - Beyaz Türklerin haricindeki Türkler; hele Anadolu Türkleri, yukarıda da anlattığım gibi, yani Osmanlı baskısı ve din baskısı nedeni ile, böyle bir mücadeleyi başlatacak ve sürdürecek durumda değillerdi. Bu nedenle, hürriyet ve demokrasi mücadelelerinde etken değil edilgen durumda kalmışlardır. Lider kadrolarında yer alamamışlar, ancak inandıkları liderlerin peşinden giderek vatan ve istiklal uğruna savaşmışlardır.
   Hep idare edilmeye ve başkalarının peşinden gitmeye alıştırıldıkları için, ne yazık ki günümüzde bile lider kadrolarına gelememektedirler. Siz hiç Anadolu'nun bozkırında yetişmiş bir cumhurbaşkanı veya başbakan gördünüz mü? Gördüğünüzü sandıklarınızın kökenlerini iyice araştırın bakalım doğrudan bozkırdan mı gelmişler!
   3 - Hürriyet ve demokrasi talepleri ve bu uğurda verilen mücadeleler hep Türkiye'nin batıya bakan aydınlık yüzünden başlamıştır. Anadolu'nun içine ve doğusuna doğru ilerledikçe bu konunun zayıfladığı gözükmektedir. Bu durumun nedeni tabii ki eğitimli ve Avrupa kültürü görmüş insanların Türkiye'nin batı tarafında toplanmasından ileri gelmektedir. Bu durum hala da böyledir!
   SON SÖZ: Biat kültüründen ve din baskısından henüz kurtulamamış ve lider peşinden gitmeye alışmış; ve bunun üstüne bir de yeterli eğitimi alamamış bir kitlenin güçlü bir demokrasi talebi olamaz. Gerçek demokrasi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için, yöneticileri tarafından kendilerine demokrasi diye empoze edilen sisteme inanmak zorunda kalırlar!
   İzninizle yukarıda kullandığım şu cümleyi tekrar kullanıyorum: ''Demokrasi yukarıdan verilmez; aşağıdan talep edilir!''
   Bizde tam demokrasi var diyorsanız mesele yok; bu yazıyı boşuna yazdım! Ama yok diyorsanız bunu talep edecek kültür düzeyinde halk lazım.. Zaten sorun da burada! 
   Bir soru daha: Siz aşağıdan böyle güçlü bir talep görebiliyor musunuz?
   Sanıyorum göremiyorsunuz. Bu demektir ki Atatürk'ün başlattığı cehaletle savaşı henüz tam olarak kazanamadık. Çünkü cehalet cephesi hala daha kalabalık!
   Değerli okuyucular, çok kısa özetlemeye çalışmama rağmen yazı yine uzun oldu, kusura bakmayın. Size son bir soru sorarak bitiriyorum.
   Allah aşkına! Milletin seçmesi gereken vekilleri liderlerin seçtiği, mecliste parmakların liderin verdiği talimatlara göre indirilip kaldırıldığı bir düzene, siz demokrasi mi diyorsunuz?