Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir." deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu. 


   Cumhuriyetin ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel aşıldı.

   Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.

   23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.

1923 yılının 29 ekim sabahı....
Mustafa Kemal Paşa Çankaya Köşkü'nde uyandığında, uzun ve yorucu bir mücadelenin en keskin virajında olduğunun farkındaydı. Yıllardan beri hayalini kurduğu, şartların olgunlaşmasını beklediği Cumhuriyet fikrini hayata geçirebilmek için doğru zaman gelmişti.

Bugüne kadar, rejimin adını baştan koyarsa, dava arkadaşlarıyla sürtüşmekten çekinmişti. İlk Beşler denilen Kurtuluş Savaşı'nın mimarı ve ilk 5 lideri Kazım Karabekir, Mustafa Kemal, Ali Fuat, Refet ve Rauf Paşalar düşmanı yurttan kovmak için omuz omuza savaşmıştı. Anadoluda düşman orduları denize dökülmüş, saltanat kaldırılmış ve İstanbul geri alınmıştı. Peki bundan sonra ne olacaktı?

Mustafa Kemal Paşa 'vatanı kurtardık, mücadelemiz bitti' diye düşünmüyordu. Ona göre asıl mücadele yeni başlıyordu. Kurtarılan vatan üzerinde yeni ve bağımsız bir ülke kurulacaktı. Aklında toplumu tümden dönüştürecek ve uygar medeniyetlerin seviyesine çıkaracak; siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve hukuki devrimler vardı. Bilim ve aydınlanmanın öncülüğünde ilerleyecek güçlü bir ulus devletin inşası için çok çalışmak gerekiyordu. Bütün bunların ilk adımı, Cumhuriyet'in ilanı olacaktı.

25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. "Türkiye Devleti'nin hükümet şekli cumhuriyettir." hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı kabul edildi. "Yaşasın cumhuriyet!" sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi (29 Ekim 1923).

 Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı konuşmasını "Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözü ile bitirdi. Böylece devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu. Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak, başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti'nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.

Türk milletinin yapısına en uygun idare şekli olan cumhuriyet rejimine sahip çıkmak ve onu yaşatmak, hepimizin başlıca vatandaşlık görevidir.

LOZAN’DAN SONRASI

24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’de Ankara Türkiye Devleti’nin Hükümet Merkezi oldu.

Artık, mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer taraftan bazı yabancı ülkeler de Lozan Antlaşması’nı onay için Türkiye’deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim 1923’te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifası ve Meclis’in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı cumhuriyet ilân edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile ismini almış oluyordu.

Cumhuriyetin ilânı ile "Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir" kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu.

Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı geldikçe uygulanması görüşünde idi. Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi kullanması, memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı idi. Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük deneme, bu hususu göstermektedir; ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz müsait olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı.

Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini, Türkiye’yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, bu nedenle halkın siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir.

ATATÜRK ANLATIYOR

Efendiler, Cumhuriyet’in ilânı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri yapıldı. Yalnız İstanbul’da iki üç gazete ve yalnız İstanbul’da toplanan bazı kimseler, milletin genel ve samimî olan bu sevincine katılmaktan çekindiler.

Endişeye düştüler. Cumhuriyet’in ilânına önayak olanları eleştirmeye başladılar.

İşaret ettiğim gazetelerin ve şahısların Cumhuriyet’in ilânını nasıl karşıladıklarını hatırlamak için sadece o günlerdeki yayınları gözden geçirmek yeterlidir.

Meselâ «Yaşasın Cumhuriyet» başlığı altındaki yazılar bile Cumhuriyet’in kuruluş ve duyuruluş şeklinin garip olduğunu, bunda «sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum» bulunduğunu ilân ediyordu.

Bu yazıların sahibi şu görüşleri ileri sürüyordu: (… Şöyle olacağı böyle olacağı söylenip dururken, diğer taraftan birdenbire birkaç saat içinde, Kanun-ı Esasî değişikliği yapılıvermesi en yumuşak deyimi ile gayri tabiî bir harekettir.»

Bizim davranış tarzımız «medeniyet dünyasını anlamış, okumuş, incelemiş ve devlet idaresinde tecrübe kazanmış kafalardan çıkacak bir muhakeme eseri» değilmiş…

Cumhuriyet’in ilânını Meclis’in alkışlarla kabul etmesi, milletin top atışları ile kutlaması eleştiriliyor ve deniyordu ki: «Cumhuriyet alkış ile, dua ile şenlik ve donanma ile yaşamaz.» «Cumhuriyet bir tılsım değildir.

Millet Meclisi’nde bir büyü yapıldı. Bundan sonra her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi kendiliğinden bulunacak değildir.»

Ben cumhuriyetçiyim diyenlerin, Cumhuriyet’in ilânı günü kaleminden çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı. En yüksek idare şeklinin Cumhuriyet’ten başka bir şey olmayacağına inandığını iddia edenlerin Cumhuriyet kelimesine «bir put gibi tapmam» demesindeki anlam ve kasıt neydi?

Meclis toplantı hâlinde bulunmadığı zaman, «Onun güvenoyu verdiği bir hükûmetin düşürüleceği şeklinde asılsız bir fikri kamuoyunda canlandırıp böyle bir hak «padişahlara bile verilmemişti. Şimdi o hak, Cumhurbaşkanı’na mı veriliyor?» sorusu kime ve ne maksatla yöneltiliyordu?!

Bu yazıları yazanın maksadı, Cumhuriyet’i halka sevdirmek mi, yoksa bunun put gibi tapılacak bir şey olmadığını anlatmak mıydı? «Cumhuriyet bize rejim değişikliği ile birlikte zihniyet değişikliği de getiriyor mu? Kabineye girecek olan kimselere birer devlet adamı kafası hediye ediyor mu?» sözleriyle daha ilk anda Cumhuriyet’in değer ve önemini azaltmaya kalkışmak «Cumhuriyetçiyim» diyenlerden beklenebilir miydi?

En hafif bir rüzgârdan bile korunması gereken yeni doğmuş bir çocuğun, onu beslediklerini söyleyenler tarafından bu şekilde hırpalanması doğru muydu?

Bu düşüncelere yer veren gazetenin başka bir sayfasında «Türkiye Cumhuriyeti’nin İlânı» başlığı altında yer alan birçok düşünceler arasında: «…

Bu yeni merhaleye ulaşan Türk milleti, acaba burada uzunca bir süre huzur içinde dinlenebilecek, burası onun için bir canlılık ve güç kaynağı, bir rahatlık ve mutluluk kaynağı olabilecek midir? Bu merhale onun sosyal yapısını kırıp dökmeden kucaklayabilecek bir çerçeve niteliği taşımakta mıdır?

Cumhuriyet acaba olayların zorlaması karşısında çaresizlikten kaçıp sığınılan bir saçak altı mı olacaktır?…» gibi endişe ve ümitsizlik veren sözlerin sırası mıydı?

Cumhuriyet’in ümit, rahatlık ve mutluluk getireceğinden şüphe ve endişeye kapılan kimse, ümit, rahatlık ve mutluluğu nereden ve hangi kaynaktan bekliyordu? Cumhuriyet’in, milletimizin sosyal yapısını kırıp dökebileceği ihtimali, Cumhuriyeti benimsemiş olan kimselerin kafasında nasıl yer bulabiliyordu.

Bir başka gazeteci de, «Efendiler, acele ediyorsunuz!» diye bağırmaya başladı.

Bu gazeteci efendi, millete şu yolda jurnal veriyordu: «Bunalım yeni bir kabine kurulması şeklinde giderileceği yerde, aksine son günlerin bütün gürültülerine rağmen, yine kimsenin çok yakında ilân edileceğine ihtimal vermediği Cumhuriyet’in pek delilli ispatlı, pek kesin ve pek acele olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.»

«Cumhuriyet ilânının çok yakın olduğuna ihtimal vermeyen yalnız kamuoyu değildi. Belki Ankara’da en önemli ve en yetkili mevkilerde bulunan bazı kimseler de böyle bir ihtimali hatırlarına bile getirmiyorlardı.»

Bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin bütün gürültüleri, Cumhuriyet’in ilânına engel olmak içinmiş… Böyle bir maksat güdenlerin «Kararların alınmasında acelecilik» görmeleri tabiiydi. Fakat «memleket kamuoyunun da bu görüşte, kendileriyle birlikte olduğunu» sanmaları yanlıştı.

Gazetesini «balonu uçurdular ama galiba ucunu kaçırıyorlar!» ve «sular boşanınca dolaplar döndü ama… ne yönde?» gibi çirkin bayağı sözlerle dolduran gazeteci efendi, sesleniş ve suçlamalarına şöyle devam ediyordu: «Efendiler, devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?»

Bu seslenişle başlayan yazıları, şu satırlarla son buluyordu: Tek dileğimiz… «Vatan ve millete yararlı işlere başlanılmasından ibarettir. Eğer dün ilân edilen Cumhuriyet’in liderleri ve o liderleri destekleyenler bunu yapabileceklerinden eminseler, biz de kendilerine — öyleyse Cumhuriyetiniz mübarek olsun Efendiler! — deriz.»

Bizi alay edercesine tebrik eden bu son cümleyle, yazar, Cumhuriyet’i benimsemiyor, onunla ilgisi olmadığını bildiriyordu.

Başka bir gazeteci yazar da, Cumhuriyet’in ilânı dolayısıyla yaptığı eleştiri ve değerlendirmede: «Bizi üzen nokta, millî önderimizin şahsı ile ilgilidir.

En büyük ruhlu adamlar bile, şahsî güç sahibi olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardır» diyor ve bu görüşünü, benim nutuklarımdan aldığı sözlerle destekledikten sonra, Amerika’ya istiklâl sağlayan Washington ‘un, nasıl çiftliğine çekildiğini, Amerika Meclisi’nin hiçbir şahsı dikkate almadan yalnız halkın menfaatlerini düşünerek altı yılda anayasayı nasıl hazırlamış olduğunu ve ondan sonra da Washington’a nasıl başkanlık verilmiş bulunduğunu anlatıyor ve Kanun-ı Esasî’mizin bu şekilde değiştirilmesinde benim önayak olmamı hoş görmüyor…

Bu yazar ve benzerlerinin, Cumhuriyet’in ilân şeklinde ve Cumhuriyet’in esasları ile ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri tenkit etmelerini samimî sayabilmek için çok saf olmak lâzımdır.

Eğer bu yazarlar, Cumhuriyet’in ilânı günü yaygaralı hücumlara başlamayıp, önce Cumhuriyet’in ilânını iyi niyetle ve samimiyetle karşılamış olsalar, kamuoyunu kararsızlık ve karışıklığa düşürecek şekilde değil de, Cumhuriyet’in iyi yanlarını tanıtıcı ve onun ilânının pek yerinde olduğunu kamuoyuna telkin eden yazılar yazmış olsalardı, ondan sonra yapacakları her türlü tenkidin samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi.

Fakat gördüğümüz tutum ve davranış böyle olmamıştır.











Kaynak: Türk Dil Tarih Kurumu

Derleyen: Şebnem Saka