Gazetemizde yayımladığı yakın tarihe ilişkin yazıları büyük bir beğeniyle okunan Doğu Karaoğuz, bu kez, bir madenci öyküsü yazdı. Sayın Karaoğuz’un Zonguldak’ta yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak yazdığı bu öyküyü de keyifle okuyacağınızı düşünüyor, uzun öyküyü bölümler halinde yayımlıyoruz.

Doğu Karaoğuz tarafından kaleme alınan aşağıdaki öykü,

gerçek bir olaydan kaynaklanmaktadır.

 

Maden Ocağının Dibinde…

       “Tuu Allah!” dedi, “Bugün Tabiiye’den yazılı vardı, nasıl da unuttum!” ve elindeki kazmayı büyük bir hırsla karşısındaki kömür damarının kalbine sapladı. Büyük bir kömür kitlesi yerinden ayrıldı, ayaklarının önüne düştü. Son anda ayaklarını geri çekmese, parmakları ezilecekti. Alnından akan terleri eliyle sildi, biraz durarak derin bir nefes aldı…

       Havada uçuşan kömür tozları ter damlalarıyla karışıp bir bulamaç gibi tüm yüzünü, vücudunu kaplamıştı. Eliyle sıvazladığında yüzü korkunç bir hâl alıyor, garip şekiller oluşuyordu suratında.

       Onunsa buna hiç aldırış ettiği yoktu, aklı fikri o gece hiç çalışmadığı Tabiat Bilgisi dersindeydi. Çünkü bu yazılıdan da kötü not alırsa, çakacaktı Tabiiye’den.

       “Boku yedik! N’apıcam ben şimdi?” diye söylendi. Boğazını temizleyerek ağzındaki koca bir balgamı yere tükürdü.

       Balgam simsiyahtı.

 

       O bir maden işçisiydi. Batı Karadeniz sahilinde bir maden kenti olan Zonguldak’ın Kilimli ilçesindeki bir kömür ocağında gece 24.00 - sabah 06.00 vardiyasında çalışıyordu.  

       Hem öyle bir çalışıyordu ki, hem maden ameleliğini, hem de lisede okumayı bir arada yürütüyordu. Olacak şey değildi bu, ama başka çaresi yoktu. Okumak zorundaydı kendine iyi bir gelecek hazırlamak için, çalışmak zorundaydı cebinin biraz para görmesi ve ailesine bakabilmesi için.

       Bu yüzden, her gün 08.30 - 15.30 saatleri arasında okuluna gidiyor, evine dönüp biraz yiyip içtikten sonra dersine çalışıyor, uyuyabilirse biraz uyuyor ve gecenin 12’sinde tekrar ocağa giriyordu, sabahın 6’sına kadar.

       Gençti, fiziği, kuvveti yerindeydi. Başlangıçta, “Bu işin altından kalkarım” diye düşünmüştü; çünkü, yıllar önce bir maden kazasında kaybettiği babası Cemal Çavuş iyi bir madenciydi, madenciliğin ne olduğunu ondan öğrenmişti.

       Biliyordu bu işi, yapabilirdi. Bir taraftan da, okuyup bir meslek sahibi olmayı çok istiyordu. Bu yüzden büyük bir özgüvenle bu işe atılmıştı; hem madende çalışacak, hem de okuyacaktı. Fena da gitmiyordu dersleri, ancak o Tabiiye yok mu, nasıl da unutmuştu o gün yazılı olacaklarını.

       Tabiiye hocaları Bedia Hanım çok sert bir hocaydı. Çocuklara, hızlı hızlı konuşarak parmakları kırılırcasına not yazdırır ve bu notlardan sınava çekerdi onları. Yanlış yapanın vay haline! Kopya çekenlere, sınıfta disiplini bozanlara, oturduğu kürsüden büyük bir hızla tebeşir fırlatır, işin garibi bu tebeşiri çok da iyi isabet ettirirdi çocuğun kafasına.

       Bedia Hanım güzel de bir kadındı üstelik, bir esmer güzeliydi. Derinlemesine bakan yeşil gözleriyle bir Arap şeyhinin haremindeki güzellerden biriydi sanki. O gözler bazen rüyalarına bile girerdi bizimkinin.

       Ama nasıl da aksiydi bu kadın. Kürsüde otururken, zaman zaman açılan bacaklarıyla ”frikik”  verdiğine hiç aldırış etmez,  hatta  birini yakaladı mı,  “Ne bakıyosun bacaklarıma?”

diye bağırarak kafasına fırlatırdı tebeşiri.

       İşte böyle bir  hocayla  karşı   karşıyaydı  Ahmet.   Bugünkü  sınavda  en  az   5  alamazsa, çakacaktı bu dersten. Bunu biliyordu, çünkü hocası söylemişti son sözlüde 3 aldığında.

       O güne kadar dersleri hep iyi gitmişti, iyi notlar alırdı hocalarından. Ancak, Tabiiye’den 3 aldığı o günün gecesi ocakta çıkan bir olay yüzünden dersine çalışamamış, şans bu ya çalışmadığı yerlerden gelmişti sözlü soruları da. Bunu fırsat bilen Bedia Hoca gözünün yaşına bakmamış, basmıştı 3’ü.

       Tekrar, “Hay Allah!” dedi içinden, sunturlu bir küfür savurdu. Sabahın 6’sında çıkacaktı ocaktan; biraz uyuması için bir-iki saati kalıyordu, acaba o arada dersine çalışıp en az bir 5 koparabilir miydi hocasından?  Çalışacaktı, başka çaresi kalmamıştı.

       Bunları düşünürken, birden irkildi. “Hadi oğlum, daldın lan yine!” diyordu birisi. Kendine geldi. Arkadaşı Satılmış, önündeki kömür parçalarını küreğiyle toparlayıp vagona doldurmaya çalışıyordu.

       Ocakta, gücü, kuvveti yerinde olanlar “kazmacı” olarak seçilir, diğerleri ise “kürekçilik” yapardı. Satılmış kürekçiydi, işi daha kolaydı yani.

       “Martopikör” gibi basınçlı havayla çalışan ileri teknoloji ürünü aletler de kullanılmaya başlanmıştı kömür ocaklarında son yıllarda, ama o aletler bu gençlere verilmezdi, varsa yoksa kol kuvveti, kazmaya devam…

       Ve ocakta dalga geçmeye gelmezdi; ocak çavuşları Hasan Usta kısa zamanda başlarına dikilir, “Yine daldınız ulan! Bu vardiyada en az 20 vagon çıkartamazsanız sorarım ben size!” diye kükrerdi yoksa.

       Ocağın içinde nâkıs (eksi) 375’de, yani yerin altında 375. metredeydiler. Üstlerinde koskoca bir kasaba uyumaktaydı şimdi… Herkes rahat yatağında mışıl mışıl uyurken, o burada, yerin yedi kat dibinde kazma sallıyor, hem de yaşamın acımasız koşullarından intikam alırcasına büyük bir hırsla kayaları delmeye çalışıyordu…

       Bu dert, bu sıkıntı ne zaman bitecekti? Hem okumak, hem de içinde bulunduğu bu zor koşullar daha ne kadar sürecekti? Bilmiyordu, hiç bilmiyordu. Şu an aklına takılan tek bir şey vardı: “Tabiiye yazılısı”. Eve dönünce ne yapıp yapıp, hocasının yazdırdığı o notları ezberlemeli ve Tabiat Bilgisi kitabının 167. sayfasında yer alan, mürekkep balığının anatomik yapısını kafasına iyice sokmalıydı. Bu bilgiler çok gerekliydi sanki. Okuyabilirse, ilerde mühendis olmak istiyordu; mühendisliğin mürekkep balığıyla ne ilgisi vardı?

       Kendini bir yokladı; zindeliği yerindeydi, pek uykusu da yoktu. Bu hâlini sürdürebilirse, iş çıkışından sonra Bedia Hoca’nın notlarını belki de okuyabilir, ezberleyebilirdi. Hem bu ezbercilik de ne oluyordu? Okuduğu lisenin neredeyse bütün hocaları Millî Eğitim’in kitaplarını beğenmez, dersi de çocukların anlayabileceği şekilde pek iyi anlatmaz, anlatamaz, ama delicesine not tuttururlardı. Sağ elinin işaret parmağının uçları bu yüzden sertleşmiş, neredeyse nasır tutmuştu. Hocalarının bu acımasız tutumuna karşı diklenmek, direnmek istiyor, ama tabii elinden bir şey gelmiyordu. Dedikleri gibi, “Ya bu deveyi güdecektin, ya da…” Bir küfür daha savurdu; bu galiba  ilk başkaldırışıydı onun okuldaki uygulamaya karşı.

       Okuması gerekiyordu, ne yapıp yapıp liseyi bitirmeli, sonra da başarabilirse üniversiteyi. Çünkü, yaşamın acı koşulları, sert bir şekilde kapatılan bir kapı gibi çok küçük yaşlarda çarpmıştı suratına…

 

       Ahmet, Zonguldak’ın Çatalağzı ilçesinin köylerinden birinde, Doğancılar köyünde yaşardı, anası Necibe, babası Cemal ve ağabeyi Ali ile.

       Köyün girişinde biraz toprakları ve biçilecek ekinleri vardı, sarı başaklı ekinleri… 5-6 yaşlarını yaşadığı, her şeyin ona bir oyun gibi geldiği o eski güzel günlerde, Ahmet de anasının, babasının peşinde uçar gibi koşar, onlara yardım etmeye çalışırdı elinden geldiğince. Ne mutlu günlerdi onlar…

       Ancak bu mutluluk fazla sürmeyecek, bir gün jandarma kapılarına dayanıp babacığını alacaktı ellerinden: Hasat zamanıydı. Herkes işinde, gücündeydi, yaşamlarından memnundu köylerinde… Ancak, bir sabah, erken bir saatte kapıları büyük bir gümlemeyle vuruldu. Onları bir anda bu kadar korkutan ses, olsa olsa jandarma olmalıydı.

       Tanırlardı başçavuşu, bir zararı dokunmamıştı onlara o güne kadar. Adamın arkasında iki jandarma, tüfeklerini sırtlarına çaprazlama asmış, bekliyordu. Ancak, o gün bir başka türlüydü başçavuşun yüz ifadesi. Sanki ille kaşlarını çatıp konuşmak zorundaymış gibi babasını sordu kapıyı açtıklarında. “Nerde Cemal?” diye gürledi, elindeki listeye bakarak.

       Babası kapıya geldiğinde, başçavuş, o sırada çok küçük yaşlarda olan Ahmet’in hiç de anlamadığı, anlayamayacağı şeyler söyledi babasına, elindeki kağıttan okuyarak.

       Zavallı adam, hayretten açılmış gözleriyle, “Demek kellefiyet sırası bana da geldi ha!” diye söylendi kendi kendine…

       “Kellefiyet, kellefiyet! Ne demekti bu?”

       Ahmet, uzun yıllar bu sözcüğü hiç  unutmayacaktı.  Çünkü  babasını  evinden, köyünden yaka-paça alıp götüren sözdü bu!