Uzaklarda bir ülkede insanların evlerine kapatıldığı ve hatta kapılarının kaynakla kapatıldığı görüntüleri izlediğimizde dehşete düşmüş, izlediklerimize inanamamıştık. Hiç de alışık olmadığımız o görüntüler daha hafızamızda yerini korurken Amerika ve Avrupa’dan ardı ardına aldığımız haberlerle kıtalararası bir kıyımın ilk işaretlerini almış ve o uzak ülkedeki Çin’deki görüntülerin artık yanı başımızda olduğunu hissetmeye başlamıştık ki olanca hızı ile aramıza dalan bir çöl fırtınası gibi tüm çevremizde hissetmeye başladık bu görünmeyen düşmanı.
            Kulaklarımızı uğuldatırcasına sağır eden bir haber fırtınası ile il il ülkemize giriş yaptı. Önce alışkanlıklarımızdan vazgeçtik ve tıpkı yuvasından başını çıkarmaya korkan yavru kediler gibi sokaklarda olan biteni izlemeye başladık evlerimizden. Hastanelerde yaşanan canhıraş görüntüler ile karşılaşmaya başladık birden, ardı ardına okullar, daireler, işyerleri, lokantalar, berberler, seyahatler, camilerhatta Pazar yerleri bile kapanmaya başladı. Hazır değildik böylesi bir karabasana. Nasıl başa çıkılırdı ki böylesi görünmez bir düşmanla. İlk korku herkesi olağanüstü etkilemiş adeta kimse kapı dışarı burnunu bile çıkaramamıştı.
            Bilim adamları çeşitli ve çelişkili açıklamalar yapıyor hastalığın olası etkileri konusunda daha önce SARS ve EBOLA örneklerinden yola çıkarak birtakım çıkarsamalarda bulunuyorlardı. Çoğu bu virüsün soğukla yakın sıcakla uzak ilişkilerini de hesaba katarak yaz aylarının bu virüs için olası azalma eğilimini başlangıcı olacağını vurguluyordu. Ama biz daha kışı yaşarken yaz aylarını yaşayan ülkelerden gelen ürkütücü görüntüler bu görüşleri hemen oracıkta boşa çıkarıyordu.
            Adeta bir korku tüneline girmiş gibiydik. Önceleri çok dikkatle takip ettiğimiz kuralları bahar ayları ile birlikte yumuşatmaya meyilli insanımız yetkililerden gelen yeni normal adı verilen ama hiç de normal ile eş tutulamayacak ekonomik zorunluluk menşeli bir zorlama ile gereksiz bir rahatlamanın içine sokuluyordu. Öyle ki seyahat kısıtlamaları dâhil birçok insan öncelikli önlemden vaz geçiliyordu. Vazgeçmek bu kadar kolay olmamalıydı oysa. İnsan hayatı vardı ucunda ve çok değerliydi. Yetmedi, görkemli açılışlar, mitingler ve ardı arkası kesilmeyen yeni normalleşme çabaları insanları rehavete sürükledi. Çok çabuk geçmişti yaz. Biz dışarlarda umarsızca gezerken o, yani virüs çok mutluydu. Sağlık çalışanlarının pestilini çıkartmış, bir deri bir kemik bırakmış, bu da yetmemiş 302 sağlık çalışanı 28 Aralık 2020 itibarı ile hayatını kaybetmişti. Oysa o astronot gibi kıyafetlerinin içerisinden ter ve buhar kaplı gözlükleri ile yalvarıyorlardı, yapmayın, temas, mesafe ve hijyene dikkat edin diye. Ama yeni normaldeydik ne de olsa. Öyle demişler ve bu işi o kadar da büyütmeyin demeye getirmemişler miydi?
            Sonra korkulan oldu o yazın faturasını resmi ağızlardan günlük 200’lü rakamların, Tabip Odaları ve Belediye kaynaklı açıklamalarda ise 300 hatta daha fazla sayılar ile karşılaşarak ödedik. O kadar çok vakamız ve ağır hastamız oldu ki sıra artık en yakınlarımıza gelmişti. Aşı haberleri ile avunurken en yakınlarımızdan kayıp haberleri ardı arkasına gelmeye başladı. Bitiyoruz, bize yetişmesi gereken aşı için bile daha üç ay beklemek zorundayız diyor yetkililer. Hatta aşı planı yapmış ülkeler tam aşılamanın tamamlanma zamanı olarak Aralık 2021 tarihini verirken biz daha kimleri ne zamanaşılayacağımızı dahi bilmiyoruz. Umutla aşı beklerken yakınlarımızın haberlerini alıyoruz. Onları gülerken ve neşe içinde yaşadığı günleri hatırlıyor, kimisi için umutla bekliyor, kimisi için de gözlerimizden yaşlar dökülüyor.
           
 
Evetonlar gittiler.En kıymetlilerimiz birer ikişer gittiler. Şaşkınız ve umutlarımız çökmüş bir biçimde onların gidişini izledik yaşlı gözlerimizle.Değerli ailemizden yakınlarımız, en yakın arkadaşlarımız, akrabalarımız, komşularımıza son bir görev bile yapamadan duyarak gönderdik sonsuzluğa.
            Hiç bu kadar çok gitmemişlerdi. Ve biz hiç bu kadar eksilip, umutsuz olmamıştık. Tutku içinde bağlandığımız tüm değerlerimizin avcumuzdan kayıp gittiğini hiç bu kadar çaresiz izlememiştik.
            Rıhtımdan her kalkan gemi sonsuzluğa yüzlerce yüreğimizi götürürken, anılarımızı, sevinçlerimizi ve tüm güzel günlerimizin üstüne kapkara bir boya döküyor. Herbirimizin hayatında bir yeri olan ve ona dokunmuş insanları kaybediyoruz. İçimizi karartan bu boyaya hizmet eden gamsızlıkları da gördükçe kahroluyoruz. Sanki Azrail ile köşe kapmaca oynayan cahilleri gördükçe sinirleniyor adeta öfke patlaması yaşıyoruz.
            Durun bir bakın çevrenize, size en yakın duran en sevdiğinizi bir anda yok oluşuna sebep oluşunuzu düşünün, düşünün ve kendinize bir sorun onun Azraili ben olabilir miyim diye? Olabilirsiniz. Hiç gözlerinizi kaçırmayın, hiç yok canım demeyin. Biz yaşadık, aynı evde iki mumun söndüğünü bir hafta arayla yaşadık. Onlar gittiler yıllarca Zonguldak’ta yaşadılar ve arkalarında Üzülmez’den, Çınartepe’den ve Bahçelievler’den anılar bırakarak ebediyete göçtüler.
Şimdi o güzel beyaz atlarına binip gidenleri düşündükçe o uzak ülkeden tüm dünyayı esir alıp, bizim ailemize kadar giren o virüsün hiç de hafife alınacak bir dert olmadığını söylemek gerçeğin ta kendisidir.
Önümüzde baharlar var ama onu kaçımız eksiksiz görecek bunu zaman gösterecek. Ama hiç kuşku yok ki en dikkat etmemiz gereken şey temastan kaçınmak olmalı. Bir arada kalmak için bir arada olmamak gerekiyor. Bu yaman çelişki bu virüsün anahtarı değil mi sizce de?
 
 
 
                                                                                                       Cenk KAPLANCAN