Saatlerdir bilgisayar ekranına bakıyorum boş gözlerle. Bir tuşa dokunsam, gerisi taşkın ırmaklar gibi gelecek. Ama o ilk sözcüğü bulup, ilk harfini yazamıyorum bir türlü; sözcüklerim darmadağın, dilim lâl. İçimin uçsuz bucaksız denizinde, Ayvazovski tablolarından daha karanlık bir gökyüzü var.  Haberi aldığımdan beri, beynimde Nazım’ın dizeleri uçuşuyor: “Korkunç ellerinle bastırıp yaranı / dudaklarını kanatarak / dayanılmakta ağrıya. / Şimdi çıplak ve merhametsiz / bir çığlık oldu ümid… / Günler ağır / Günler ölüm haberleriyle geliyor…”
 
Bu kez sevgili kardeşimden, Hüseyin Kolçak’tan geldi acı haber. Aylardır beklediğimiz ama birbirimize söylemekten bile çekindiğimiz kötü son, eşi Yasemin’in iki cümlelik paylaşımıyla yüzümüzde tokat gibi patladı. Bir “Of” diyebildim ilkin, sonra da bilinçsizce dolaşmaya başladım odada.  Beynime üşüşen anı seliyle nasıl baş edeceğimi düşünürken bir başkası düştü aklıma. Madenin zifiri karanlığından engin deryaların ışıltılı sularına, işçi eylemlerinden dost sohbetlerine ne çok anı biriktirmişiz meğer…
 
SENDİKAL KADEMELERDEKİ HER BASAMAĞI TIRNAKLARIYLA KAZIDI
Hüseyin sözcüğün tam anlamıyla bir maden emekçisiydi. “Kursiyer” olarak başladığı TTK’deki iş hayatında, mesleğinin her aşamasında görev yaptı. Yüksekokul bitirdiği halde, “Akülü lokomotif tamircisi” olarak, sendika seçimlerini kazanıp profesyonel sendikacı oluncaya kadar sırtında takım çantası ocağa indi her gün. Kimsenin gitmek istemediği vardiyaların gönüllü nöbetçisiydi. Geceleri işte, gündüzleri köylerde olabiliyor, günün her saatini mücadelesine ayırabiliyordu böylece...
 
Sınıf mücadelesinin de gerçek bir emekçisiydi. Tanığıyım, sendikal kademlerdeki her basamağı tırnaklarıyla kazıyarak tırmandı Hüseyin. İki binli yılların başında sendikadaki yozlaşmanın çürümeye evrildiği bir dönemde, tüm havzadaki mücadeleci işçilerle birlikte oluşturduğumuz hareketin karıncasıydı. Çıkardığımız broşürleri, oluşturduğumuz görüşleri madenin en ücra köşelerine kadar tükenmez bir enerjiyle ulaştırdı. Denecek ne sözümüz varsa riyasız söyledi madenci kardeşlerine…
 
COŞKUSU, AZMİ DAĞLARI DEVİRECEK GÜÇTEYDİ
Çok yönlü insandı. Yalnız sendikal harekete değil ekoloji mücadelesine, kültürel faaliyetlere büyük destek verdi, kentsel tartışmalara katıldı. Ülkenin her yerindeki işçi mücadelesi, tartışmasız ilgi odağındaydı. Zamanı yetip içinde olamadığı eylemlerle, ne yaptı etti, bir biçimde, dayanışma içinde oldu. Coşkusu, azmi dağları devirecek güçteydi. Bir emek adam olarak hasta yatağını bile mücadele alanına çevirmeyi becerdi. İnsandı, dosttu, hayata, biricik Öykü’süne, Yasemin’e aşıktı en çok da.
 
1960’ların 2. yarısında “Sömürücüye Yumruk” ile havzanın her köşesinde yayılıp, 70’lerde “Tabanın Sesi” adıyla ete kemiğe bürünen bir mücadele geleneğinin sendikadaki son temsilcisiydi. O hareket ki 30. yılını kutladığımız Büyük Madenci Yürüyüşü’nün öncü işçilerini de yaratacaktı. Hüseyin bu onurlu mirasın taşıyıcısı olarak yürüdü sonsuzluğa. Tam da büyük madenci yürüyüşünün 30. yılında son yolculuğuna çıkarak, kendilerini zor günler bekleyen madenci kardeşlerine mücadelenin yolunu göstermek istedi adeta. Onsuz hepimiz yaralı, hepimiz çok eksiğiz. Güle güle kardeşim…