Orhan Veli;

Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinin sonunu şöyle bitirir

Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı."

Ölümde bir büyük ayrılık değil mi? Ayrılıkların en dönülmezi, en acısı, en onarılmazı…!

Adnan Binyazar bir ömrü paylaştığı eşi Filiz’in ölümünü romanlaştırdığı kitabın adını “Ölümün Gölgesi Yok” koymuş. Evet, ölümün gölgesi yok ama ya yürekte bıraktığı koyu acı gölgeleri ne yapacağız? Benim gönüldaşım, yol arkadaşım da geçen Perşembe günü ağabeyi Yusuf Erkan’ı kaybetti. ‘O’ nun ölümünü dostlarına, arkadaşlarına haber verirken hep ağladı. Hala ağlıyor. Kemal’in doğduğu gün onbeş onaltı yaşlarında bir güzel delikanlı olan Yusuf Erkan; yeğeninin doğumunu kendi ağzıyla anlatan; “28 Temmuz 1942’de saat 6.35’te doğdum” diye başlayıp biz yaşını tamamlayınca kadar sürdürülen güncede, neler yok ki.

İkinci Dünya Savaşı’nın kıyasıya sürdüğü günlerde; İngiltere’nin, Mısır’ı işgalinden, Almanların hala Stalingrad’ı alamayışından, savaşın Mançurya’ya yayılmasına kadar…

İnci gibi el yazısı ile yazılmış “Miki fareli” defter, değerli bir mücevher gibi.

Kemal de onu bir mücevher gibi sakladı.

Günceler zaten hem kendimiz yakınlarımız için bir mücevher değil mi?
Yusuf Erkan; sevmenin sorumluluk olduğunu bilenlerdendi

“Sabır seviyeli insanların haliyse” eğer,  sabırlıydı ve seviyeliydi.

Mutlu olmayı, sevmeyi ve sevilmeyi bilirdi.

Çocuklarının; çocukluklarını ve gençliklerini cennete çeviren bir babaydı. “Adam gibi adamdı” derler ya… Evet adam gibi adamdı Yusuf Erkan. “Varlık kadar, yokluğun da sonsuzluğuna inandığımdan” ‘O’ nu sevgiyle yâd ediyoruz, saygıyla eğiliyorum.