Değerli okuyucular, şimdi geldik Madenci Öyküleri yazı dizisinin 3. ve sonuncusuna. Bu bölümde de 2 öykümüz var.
   Ama önce ilk iki bölümü okumayanlar için bir küçük hatırlatma yapsam iyi olacak.
   Bu öyküler, meslekte en az 40 yıl hizmet vermiş maden mühendislerinin anılarını toplayıp editörlüğünü yaptığım, ve Maden Mühendisleri Odasının ''Anılarla Madencilik'' ismiyle bastırdığı kitabımdan alınmıştır. Genellikle trajik olan madenci anılarının içinden, fazla teknik detayı olmayan, karantina günlerinde sizleri gülümsetebilecek espriler içeren, öykü tadındaki anılardan seçilmiştir.
 
   İlk öykü 1970'li yıllarda, EKİ Kilimli Bölümünde beraber ocak mühendisliği yaptığımız, yakın arkadaşım ALİ KURŞUN'dan.
 
   1973 yılında çalıştığım EKİ Karadon Bölgesi Kilimli Bölümünde ocak mühendisi iken, baş mühendisliğimizce ilan edilen nezaretçi (Baş çavuş) yetiştirme kursu ilanı neticesi, odama gelen bir işçi, ''Bey-bey- bey, be-ben-ben nez- nez nezaretçi kursuna kat- kat katılmak istiyorum'' dedi. Ben de işçinin kekeme olduğunu anladım ve konuşma zorluğu çektiğini, kendisi için bu kursun zor olacağını ve biraz düşünmesini söyledim.
   Bu arada, çok sevdiğim ve saygı duyduğum baş mühendisimizin de kekeme olduğu o an aklıma gelmedi!
   Bu işçimiz baş mühendisimize giderek, tabi ki kekeleyerek,  ''Bey, ben nezaretçi kursuna yazılmak istiyorum. Ali Beye gittim. Ama o 'Sen kekemesin, senden nezaretçi olmaz!' diyor.'' diye beni şikayet etmiş.
   Yarım saat sonra baş mühendisimiz beni çağırdı ve kekeliyerek şöyle dedi: ''Ali Bey, bir işçi geldi. Baş çavuş kursuna yazılmak istiyormuş. Şartları tuttuğu halde sen ona 'Kekemesin, senden nezaretçi olmaz!' demişsin.''  Ben de; ''Doğru, efendim.'' dedim. Bunun üzerine o da; ''A-a-Ali Bey-bey, be-be-ben de kekemeyim. Ke-ke kekemeden ba-ba baş mühendis o-oluyor da; ne-neden ne-nezaretçi olmuyor!'' deyince uyandım ve çok utandım. Ve özür diledim.
   Bereket versin baş mühendisimiz çok babacan bir adamdı da hiç kızmadı. Hatta bu işe beraber hayli de güldük.
   Odama döndüğümde, ilk işim o işçiyi nezaretçi kursu listesinin en başına yazmak oldu!
 
  İkinci ve son öykü meslektaşım MUAMMER VARBİL'den geliyor.
 
   1966 yılında, İTÜ Teknik Okulu Maden Mühendisliği Bölümünü yeni bitirmiştim.
   Sınıf arkadaşım Yücel Özbaş ile İstanbul Beyoğlu'nda film seyrederken, ''Yücel, biz maden mühendisi olduk, artık çalışalım.'' dedim. O da ''Peki, tamam.'' dedi.
   Zonguldak'tan başka yerde çalışma imkanı olmadığı için Zonguldak'a gittik.
   Müdür Bey'in karşısına çıktık. ''Biz ikimiz çok samimi arkadaşız; bize aynı yerde iş verir misiniz?'' diye ricada bulunduk. Müdür Bey, ''Hay hay, ikinize bir maaş vereyim de aynı yerde çalışın!'' diye bizimle dalga geçti. O an çok mahcup olduğumu hatırlıyorum.
   Zonguldak'ta ben Kozlu Bölgesi İhsaniye Bölümünde, Yücel Bey de aynı bölgenin İncir Harmanı Bölümünde işe başladık..
   Aradan 3 veya 4 ay geçince bana güven geldi, ocağa daha önce nezaretçiler le giderken bu sefer tek başıma gittim. Fakat ocağın içinde yolumu kaybettim. Başımda mühendis bareti olan beyaz baret olduğundan, beni gören işçiler kaçıyorlardı.
    Yeraltının karmaşık yollarında yürümeye devam ederken; karşıdan beyaz baretli birinin geldiğini gördüm. Beyaz baretli ile birbirimize yaklaşınca, bir de baktım bu kişi arkadaşım Yücel Bey! Merhabalaştıktan sonra, hiç bozuntuya vermeden ''Yücel, ben bizim ocağı dolaştım, senin ocaktan çıkalım.'' dedim. Yücel Bey de bana, ''Ben de kendi ocağımı gezdim. Gel senin ocaktan çıkalım.'' dedi.
   Ben sonunda dayanamadım; ''Yücel, ben yolumu kaybettim, o yüzden senin oradan çıkalım.'' dedim. O da ne dese beğenirsiniz? ''Vallahi Muammerciğim, ben de yolumu kaybettim!''
   Sonuçta vardiya sonuna kadar bekledik. Vardiya sonunda, ocaktan çıkan işçileri takip ederek ancak dışarıya çıkabildik!