Ölü ağaçların damarları kurutulmuştur. Dibine su dökseniz de suyu alıp yapraklarına götüremezler. Dibine oturduğunuzda gölge yapmaz ölü ağaçlar, size. Zaten gölgeye ihtiyacınız da olmaz. Çünkü onlar güneş almayan yerlerde, yapay ışıklı AVM koridorlarından olurlar. Dışarıda güzelim bahar havası, doğal esintiler varken, içeride kompresörlerden, fanlardan, buharlaştırıcı ve yoğuşturuculardan oluşan dev makinalar hava üfler tepenizden. Siz de anlarsınız ki(!) bu enerji denen şey olmasa nefes alamazsınız. Çünkü sanayi devrimiyle, size canlı ağaçların dibinde oturup serinlemek, sevişmekten yorgun düşüp, serin gölgede, derin bir öğle uykusuna dalmak yasaklanmıştır. Enerji olmazsa halinizin harap olacağını düşünürsünüz.


Ölü ağaçların gölgesinde insanlar, kül beyazı yüzlerine renk gelsin diye suratlarına allık, dudaklarına morluk sürer; kaşlarına rastık çeker…  Egsoz gazlarının kirlettiği ciğerleri zift bağlamıştır oysa. Yapay ağaçlar, yapay serin hava, yapay ağaç gölgesi yani gölgesizlik ve yapay canlı kanlı yüzler… Görünüşte taşkın, içinde pörsümüş, enerjisiz yüzler!


Elele kız-erkek görmek de mümkün, elbet... Ama hangi aşktan bahsediyorsun… Ne Leyla olunur bu çağda, ne Mecnun! Bu yapaylık çağında ‘Tahir olmak da ayıp, Zühre olmak da!’ Olsa olsa yapay bir boşalma güdüsü olur ki, modern dünya onu da düşünmüştür; yapay penisler, şişme kadınlar… İndir havasını koy çantana…

*
Not defterime, el yazımla, 12 Nisan 2005’te karalamışım bu yazıyı… Sayfanın kenarına not düşmüşüm: “Jackson Square’de yeme-içme yerinin ortasındaki kurutulmuş ağaçların dibinde oturan yaşlılar için” diye. Kanada’nın Hamilton kentinde, şehrin tam merkezinde bir yerdi Jackson Square. Haftanın üç günü ücretsiz İngilizce dersleri için gidiyordum. AVM ve iş merkezi bileşimi dev bir bina. İçinde yok yok… Halk kütüphanesinin dört katlı merkezi de oradaydı. 23 semtte de şubesi vardı. Zonguldak kadar bir şehir, Hamilton… 20’den fazla da müzesi, kültür, sanat, spor merkezleri ve inanılmaz genişlikte yeşil alanlar, doğal yaşam alanları, piknik alanları, rekreasyon alanları vs… Bizim buralarla hiçbir açıdan karşılaştırma kabul etmez… Son yıllarda Türkiye’de pıtrak gibi her yeri saran AVM salgını oralarda daha önce olmuş belli. Ancak hepsi şehir dışında, hepsi tek katlı ve uzunlamasına yapılmış binalar.


Jackson Square’de, yeme içme yerleri; ortasında yapay bir yeşillik havası yaratılmış zemin katta geniş bir alan… Kimyasal yollarla kurutulmuş gerçek ağaçlar! Fakat artık cansızlar. Dikkatli incelemeyince ölü olduklarını anlamak kolay değil. Dibinde bank ve sandalyeler. Bizler 3. katta kurs görüyoruz. Öğle arasında atıştırmak için indiğimiz oluyordu. Bazı günler ölü ağacın dibinde oturan yaşlılar görüyordum. Şehir dışındaki AVMlerde de benzer manzaraları görmek mümkündü. Kanadalı arkadaşım, o yaşlıların evde yalnız kalmamaları için yakınları tarafından oralara götürülüp bırakıldığını, belli saat sonra gelip aldıklarını söylemişti. Kurs yerimizin çıkışından aşağıya bakıp; ölü ağaçların ‘gölgesizliği’nde oturan yaşlıları her görüşümde, ister istemez modern toplumun sorgulamasını yapardım.  Hiç kimseyle konuşmadan saatlerce oturan yaşlılar. Belki sorguluyorlar her şeyi fakat değiştirecek enerjileri yok artık…

*

Bir gün bir baktık Zonguldak’ta ana caddeye plastik palmiye dikilmiş! Kanada’da kapalı mekana doğal ortam havası versin diye dikilen gerçek(!) ölü ağaçlar; bizde, bıraksan üç yılda ormana dönüşecek şehrin ortasında tamamen plastik ağaçlar!

 

Ne yapıyoruz biz insanlar! İnsana mutluluk getirmediğini bile bile niçin bu beyhude çaba! İnsan, yalnızca tüketim toplumunun “uysal üreten, uysal tüketen” (Erich Fromm’dan) bir nesnesi olacaksa, niye halâ bu gönüllü robotluk. Egemenlerin hizmetkârı akıl hocalarının işlerinin ehli oldukları muhakkak… Sistemde patlama olabilecek, zayıf noktaları önceden sezip, emniyet sübaplarını yerleştiriyorlar. Bunca eğlenceye batmış tv kanalları, ‘sex shop’lar, en küçük kasabalara kadar inmiş uyuşturucu dağıtımı… Adına eğitim denen ‘mevcut durum dayatması’ boşuna değil!

 

Bu vahşi dünya düzeninde emniyet sübaplarının insani olmasını beklemek bir aymazlık olur ancak. Oysa ne kadar güzel olabilir bu dünyada yaşamak. Canlı meşe, çınar ve ıhlamur ağaçlarının dibinde uzanıp gökyüzüne bakarak… Ya da uzatıp ayağını dereye, suyun berraklığında hülyalara kapılıp gitmek, ne güzel olurdu…