Bu Nazif A'da kim diye boşuna kafanızı yormayın. Nazif A bundan önce yazdıklarım gibi fenomen olmuş bir isim değil. Kendisini  benden başka kimse tanımaz; hatta hatırlamaz bile.  Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim; Nazif A  çobanlık yaptığım çocukluk yıllarımda benim ustamdı! Sürü psikolojisini o öğretti bana!

  Ama önce kısa bir bilgi vereyim; A harfi Nazif'in soyadı değildir.  Erdal Beşikçioğlu'nun baş rol oynadığı ''Behzat Ç''  dizisindeki Ç gibi bir gizemi de yoktur. A harfi bizim Kıvırcık lisanında ''ağa'' yerine kullanılır. Fakat bu ağanın bildiğimiz ağalıkla bir ilgisi yoktur. Basitçe anlatmak gerekirse; bu günkü ''bey'' yerine kullanıldığını düşünebilirsiniz. Yani, Ahmet Bey, Mehmet Bey gibi.. Eğer bir lakapları yoksa köylü erkekler birbirlerine Ahmet A, Mehmet A diye hitap ederlerdi. Erkeklere karşı kadınlar da bunu kullanırdı.

  Şimdi de size Nazif A'yı biraz tanıtayım. Önce şunu belirteyim; hikaye benim çocukluk yıllarımı geçirdiğim, yani 1950'li yılların ortalarında, Çaycuma'nın Yakademirciler Köyünde geçiyor. Bizim mahalle Salihler'de o yıllarda 12-13 hane vardı. Bunlardan 5-6 hanenin de ortalama 20-30 koyunu vardı. İşte Nazif A, koyunu olan bu ailelerin boğaz tokluğuna tuttuğu müşterek çobanları idi

  Nazif A o zamanlar sanıyorum 40'lı yaşlardaydı. Kim olduğunu ve nereden nasıl geldiğini kimse bilmezdi. Bir ayağının bilekten aşağısı yoktu. Herhalde bir kazada kopmuştu. Nazif A'nın bu ayağı bir türlü iyileşmez ve bu yüzden hep sargılar içinde olurdu. Tabiatıyla, Nazif A koltuk değnekleri ile yürümek zorundaydı. Ama buna rağmen çok çevikti. Koyun sürüsünü tek başına bile yönetebilirdi. Çok şakacı ve gırgır bir adamdı.

  Nazif A köy odasında kalırdı. Köylülerin verdiği eşyalar ve yiyeceklerle geçinirdi. Ama cuma günleri de Çaycuma'ya dilenmeye gider ve oradan da üç beş kuruş kazanırdı.

  Bildiğiniz gibi, Çaycuma'nın pazarı cuma günleridir. O yıllarda da öyleydi. O zamanlar köylerde cami,kahve ve bakkal gibi şeyler olmadığından köylülerin çoğu cuma günleri çarşıya iner ve çarşı o gün çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Tabii Nazif A'da fırsatı kaçırmazdı. O gün kazandığı ile bizim köylerde hiç göremediğimiz somun ekmeği, zeytin ve özellikle manda sucuğu gibi şeyleri alır, ve iyi koşarsak bunlardan bize de vereceğini vaat ederek bizi koyunların peşinde koştururdu. Hele polis kelepçesi gibi kemerine taktığı sucuğun hatırına az koşturmadık!

  İlkokul yıllarımda, yaz tatillerinde ben ve birkaç arkadaşım Nazif A'ya asistanlık yapardık. Yani bir nevi stajyer çobandık! Ustamız da tabii ki Nazif A idi! Kendisinden çok şey öğrendik!

  Tabii ben bunları biraz da mizahi bir dille yazıyorum ama çobanlık deyip geçmeyin. Özellikle zeka düzeyi yeterince  gelişmemiş ve iyi eğitilmemiş toplumlarda çobanlık yapanlardan iyi idareciler çıkar. Örnek mi? Alın Çoban Sülü lakaplı Süleyman Demirel'i! Tam 7 defa başbakanlık yaptıktan sonra cumhurbaşkanı da olmadı mı? Dünyada böyle bir rekor var mı? Bana göre, Süleyman Demirel çocukluk yıllarında çobanlık yapmasaydı bu kadar başarılı olamazdı!

   Peki, ben Nazif A'dan neler öğrendim; özetleyeyim.

   Her şeyden önce, sürü psikolojisinin ne olduğunu görerek öğrendim. Her ne kadar bunu koyunlar üzerinden gördümse de, insanların da zeka seviyeleri koyunların kine yaklaştığı oranda bu psikolojiyi taşıdıklarını öğrendim. Eğitim ve zeka seviyesi yükseldikçe insanların sürü psikolojisinden kurtulup bireysel davranışlar sergilemeye başladıklarına, ve demokrasiye daha çok önem verdiklerine şahit oldum.

   Şimdi de sürü davranışını daha iyi anlatabilmek için, iki somut örnek vermek istiyorum.

   Bahar gelince koyunlar kırkılır biliyorsunuz. Kırkılmadan önce de yünler temiz olsun diye koyunlar yıkanırlar. Tabii bizim koyunları tek tek yakalayıp şampuanla yıkayacak halimiz yoktu! Bu nedenle, ustam Nazif A önce sürüyü bir derenin kenarına sürerdi. Derenin genişleyip gölleştiği bir yeri seçer ve bir koyunu tutup derenin kaşından aşağı suya atardı. Bundan sonrası kolay, çünkü geri kalan tüm koyunlar teker teker bunun arkasından suya atlardı. Koyunlar yüze yüze karşı kıyıya ulaşınca; aynı işlem bu sefer karşıdan tekrar edilir ve koyunlar ilk atladıkları yere geri dönerdi. Böylece, sözde yıkanmış olurlardı!

   İkinci örnek şöyle: Biz isterdik ki koyunlar oldukları yerde otlasında biz de rahat rahat oynayalım; öteye beriye koşup durmak zorunda kalmayalım. Genellikle öyle de olurdu. Ama bazen bir koyun sürünün önüne düşer ve sürüyü bir o tarafa bir bu tarafa sürükler dururdu. Biz bu lider koyuna şimdi anlamını bilmediğim ''yeye koyun'' derdik ve ondan hiç hoşlanmazdık. Zira onun yüzünden sürünün peşinden koşmak zorunda kalırdık.

   Bu durumda bizim usta ne mi yapardı? O koyunu bize yakalatır ve arka bacaklarından birini bükerek, yani ikiye katlayarak o halde iken sicimle bağlardı. Koyun kalırdı üç bacaklı; hadi koşsun bakalım!

   Ha, Kurban Bayramı geldiğinde ilk kurban edilecek veya ilk kasaba verilecek koyun da bu yeye koyun olurdu!

   Bu iki örnekten çıkarabileceğimiz dersler: 

   1. örnekten ders:Birinci koyun atladı diye diğer koyunlar nereye gittiklerini ve neden gittiklerini bilmeden onun arkasından atlıyorlar. Bu riskli bir durum. İnsanlar böyle yapmamalı!

    2. örnekten ders:Demokrasinin tam olmadığı toplumlarda  önderlik yapanlar veya buna kalkışanlar hakim güçler tarafından istenmezler.. Örneğin, parti liderleri partilerinde sivrilen veya liderliğe oynayan birinin, tabii ki koyun gibi arka bacağını büküp bağlamazlar veya kasaba vermezler ama ilk fırsatta ya pasifize ederler veya kellesini alırlar!

    Gördüğünüz gibi,bu dersler çok önemli derslerdir. Ustam büyük adamdı; nur içinde yatsın!