Yıldırım Özener; Zonguldak’ta doğup büyümüş, şimdi ise çok uzaklarda yaşayan bir Zonguldak sevdalısı. Ara sıra Zonguldak'a gelip hasret giderse de kalbi her zaman Zonguldak’ta atıyor.
Kendisi sizlere, özellikle Zonguldak Nostalji sayfa ve gazete köşesinden dolayı hiç yabancı değil. Gönderdiği nostalji yüklü kısa makaleleri yayınlanmış bir yazarımız.
Bu sefer hazırladığı uzun bir hikayesini yollamış. Böyle bir güzelliğin paylaşımını bize bırakması çok ince bir davranış, kendisine teşekkür ediyorum. Uzun olması sebebiyle bölümlere ayırdık üçüncü bölümünü paylaşıyorum…
NOSTALJİDE YAŞAM…
 
BÖLÜM-3
 
Kunduracı Özdal abi  …
 
Ahşap köşkün bahçe duvarına komşu, meydanı çepeçevre gören, Özdal abinin kendi el emeğiyle yaptığı, kapısında kocaman paslı asma bir kiliti olan, küçük tahta kulübe vardı. Sabahın erken saatlerinden akşam geç vakitlere kadar, kulübesinin önünde, beline bağladığı, baldırlarına kadar uzanan çizik içindeki deri önlüğüyle, tahta taburesine oturur, apış arasına sıkıştırdığı örsde, dudakları arasındaki çivileri, birer birer alır çekiciyle birer vuruşta ardı ardına ayakkabıların ökçelerine mıhlardı; bazen elinde falçatayla deriler biçer, ayakkabılara kösele ve yamalar dikerdi.
-Günaydın Özdal abi
 
Başını kaldırmadan ... dudak uçlarında çiviler, genzinden konuştu:
-Birazdan Kazlıçeşme`ye deri aramaya gideceğim, istersen sende gel!
 
İstersen gel derdi ama gelemem Özdal abi dememi hiç bir zaman benden beklemezdi.
-Gelirim Özdal abi.  
 
Özdal abiler, köşke bitişik, aslında köşkün müştemilatı için düşünülmüş etten püften yapılmış alçak, tek katlı evde otururlardı. Kayseri’den İstanbul’a göç etmişler, Bakırköy’e yerleşmişlerdi. Özdal abinin annesi Hatun teyze ufak tefekti. Annanemin en yakın ve iyi komşusuydu. Sol bacağının kuvvetli aksamasına rağmen, son derece hamarattı. Her gittiği yere beraberinde götürdüğü örgü torbasını, oturur oturmaz açar, örgü örmeye başlardı. İnanılmaz bir hızla örgü örerken bir yandan da Kayseri’li şivesiyle makinalı tüfek gibi konuşurdu.  Hatun teyze, çoğu kez öğleden sonraları yanına küçük kızı Şerife’yi de alır, ağır ağır tahta köşkün en üst katına, annaneme çıkar, yarı merdivenlere geldiğinde durur, yukarıya bakar bağırırdı.
 
-Hacer anaaa yukardamısın huuu??!!!
-Huuu!! Hatuuun gel !! hoş geldin, buyur gel …
Çoğu günler beraberce uzun uzun çay, sigara içip sohbet ederlerdi.  İnşaatlarda sıvacılık yapan kocası Bahattin ustanın gün batımı eve dönmesine yakın, evlerine geri dönerlerdi...Bahattin usta eve erken dönerse Hatun teyzenin annanemde olduğunu bilir, aşağıdan bağırırdı
 
-Gızzzz Şeriiiff!!  hadi ananı da al, gelin artık.
Bunaltıcı yaz akşamlarında yemeklerden sonra dış kapıda, kuyu başındaki beyaz mermer merdivenlere çul serer otururlardı. Oradan buradan neşe içinde konuşurlarken, arada bir kuyudan su çekerler buz gibi suyla ellerini yüzlerini yıkar, serinlerlerdi. Bizler gözlerinin önünde, etrafında sinek ve güvelerin uçuştuğu sönük sönük yanan sokak lambasının altında oyunlar oynardık. Geç vakitlere kadar kulübenin dış cephesine astığı gaz lambası altında çalışan kunduracı Özdal abinin tok tok çekiç sesleri inden inden duyulurdu.

                                            ******
Hatun teyzenin küçük oğlu Zafer, yaz tatillerinde beraber oynadığım yaşıtımdı. Onunla 1960 lı yıllarda Bakırköy sahillerindeki gazinoları sıra sıra dolaşır fruko, sinalco, elvan, çamlıca, 7 gün, coco cola, pepsi gibi meşrubatların atılmış şişe kapaklarını veya o yıllarda sahilde yıkılan yalıların hafriyatlarından dökülmüş rengârenk küçük parlak renkli mozaik taşlarını toplardık.  
Yine birgün, öğle vakti Bakırköy’deki sahil yolu doldurma çalışmaları sırasında gazoz kapakları ararken, birden boğazıma kadar foseptik çukuruna düştüm, çırpındıkça pisliğe gömülüyordum. Neşe içinde yaşadığım dünyamı artık neredeyse terk ediyordum ki, bir anda kolumdan çekip dışarı çıkartan pala bıyıklı iri yarı işçi, hayatımı yeniden yeşertti.
 
-Ne arıyorsunuz lan buralarda? haaa sittirin… !  
Kolumdan tutup, cılız vücudumu bir çuval gibi kenardaki molozların üstüne fırlattı... Hayatımda yediğim en anlamlı küfürdü. Zafer, gözleri fal taşı gibi açılmış, korku içinde parmakları ağzında uzaktan beni izliyordu.
 
Çeneme kadar lağıma batmış çıkmıştım; korku ve şaşkınlığımı biraz olsun atlatıp molozların üstünde kendime geldikten sonra etrafa kokular saçarak koşarak köşke geri döndüm. Hiç bir kimseye daha ne olup bittiğini anlatamadan, kapı önündeki kuyudan çektikleri buz gibi suyla, beni yukarıdan aşağıya, kova kova… Uzun uzun… köpük köpük yıkarlarken, ben o sıcak yaz gününde, hem korku.. Hem de soğuk suyun etkisiyle tir tir titriyordum.
-Bu leş gibi çamura nasıl bulaşmış bu çocuk?
-Nerden bulmuş bu kadar pisliği?
dayım yanı başımda şaşkın ve suskun beni yıkamalarını izliyordu..
                                             *******
 
Özdal abi, Kazlıçeşme’ye deri aramaya hep beni de yanına alır öyle giderdi. Güneş daha tepeye ulaşmadan Bakırköy’den kalkar, omuzuna attığı boş çuvalla, arnavut taşlarıyla bezeli arka sokaklardan, sağlı sollu ahşap Osmanlı evlerinin aralarından, Yenimahalle‘yi geçer, Zeytinburnu üzerinden Kazlıçeşme sahiline ulaşır; öğlenin yakıcı sıcağın da, martı ve kargaların çığlıkları arasında, tabakhanelerin attığı leş gibi kokan artıklarda, büyük, işe yarayabilen deri parçalarını toplardık. Çuvalı yeterince doldurduktan sonra, öğleden sonra geç vakit anca Bakırköy’e geri dönerdik. Özdal abi, bu deri parçalarını ayakkabıların tamirlerinde kullanır, para kazanırdı.
Özdal abi, sıcak yaz aylarında kan ter içinde çalışırken, ben bazı zamanlar, çiriş ve deri kokan tahta kulübedeki aletlerle hem oynar hem de düzeltir, temizlerdim…kulübenin önündeki taş gibi sert, killi toprağı süpürür, su serper, tozları yatıştırır bir şekilde yardım ederdim. Özdal abi o günün sonunda, bana ya bir tane simit, ya da o gün rast gelir de geçerse, dondurmacıdan çok sevdiğim limonlu dondurma alırdı.
                                             ******
 

Ahşap köşkün meydana bakan cephesinin sol çaprazında, beyaz güvercin sokağı ile kırmızı şebboy sokağının kesiştiği köşede, Ermeni kökenli arkadaşım Herman ve annesi Şake teyzeler otururlardı. Herman’la öğleden sonraları, oturdukları evin bahçe duvarının dibinde, okuduğumuz eski teksas, tommiks, kaptan swing, red kit gibi dergileri bahçelerinin yüksek tel örgülerine tahta mandallarla tutuşturur satardık. Sağ karşımızda Özdal abinin olması bize güven verirdi. Arada bir, çekicin sesleri arasında bize bağırırdı:
-İşler nasıl çocuklar?
-Iyidir Özdal abi …… 
-Eyyvallaaahhhh…
 
Genelde sessiz ve sakin olan kırmızı şebboy sokak, iş paydosu evine dönenlerle biraz olsun canlanır, fiyat soranlar, satın alanlar çoğalırdı.
-Küçük, bu ne kadar?
-25 kuruş abi.
-Bu cilt?
-130 kuruş.
 
dergi sattığımızda, sevinçten havalara uçardık...
 
Biz tel örgülerin önünde dergi satarken, Özdal abinin köşkün bahçe duvarına dayalı kulübesinin ardındaki kestane ağacının altından, ara ara duman yükseldiğinde, dayımı görmesemde, orada olduğunu anlardım...
 

Dayım köşkün bahşesindeki Kestane ağacının altında 1957
                                           ******
 
Üzerlerinde bembeyaz martıların uçuştuğu Bakırköy sahilindeki, tahtadan yapılmış basit sandalye ve masalı çay bahçelerinde, gazoz kapaklarını ararken, bazen Kenan Pars’ın bilardo oyununa da rast gelir, bilardo oyunundan anlamasakta Zafer’le durur bir müddet onları seyrederdik. Çevresinde bir sürü insan, bilardodan çok Kenan Parsa bakarlardı, sayı yaptığında çevredeki bir kaç kişi,
-Helal olsun Kirkor abi... derler alkışlarlardı.  Bizde onlarla birlikte, ne olduğunu anlamadan alkışlardık.
 
Sahilin bir başka yerinde, yine bir adam, el yapımı yuvarlak, oldukça büyük teneke bir tepsinin içindeki bilardo topunu tepsinin yan duvarında hızla çevirir, dönen top yavaşlayıp tepsinin içindeki yağlı boyayla renk renk boyanmış çukurcukların birinde durur, rengine ve içinde yazılı katına göre kazanana para verirdi... Bir keresinde dayanamayıp biraz korku, biraz heyecanla kenardan, koca koca adamların arasından usulca annemin bana o gün simit almam için verdiği sarı 25 kuruşumu

kahverengine bastım, nasıloldu da top kahverengi ve olması o kadar zor olan tepsinin tam ortasında ki tepede 100 katında durunca, 25 lira kazandım. sevinçle eve koştum. Ertesi günü Herman’la çarşı camiinin arkasında ki nalburcular sokağında, bodrum katında eski kitap satan köhne kitapçıdan bir sürü Teksas Tommiks satın aldık.
 

Nalburcuların bulunduğu Cami sokağı Bakırköy
Herman ve ben dergileri uzunca bir zaman evlerimizde okuyup bitirdikten sonra yine meydanda köşe başındaki o yerimizde günlerce dergilerimizi sattık.
Ahşap köşk, Bakırköy Halk evinin yüksek duvarına komşuydu. O meşhur Halk evinde yaz akşamları tiyatro gurubunun tiyatro oyunları oynanırdı. Hayatta ilk tiyatro ile tanışmam Bakırköy Halk evinde oldu. Annanem, dayım, Zafer ve ben, Hatun teyzelerin oturduğu, köşke bitişik bu tek katlı evin çatısına, hep duvarda dayalı olan tahta merdivenle çıkar, Halk evinin açık hava Tiyatro oyunlarını yukarıdan loca gibi yerden, halk deyimiyle beleş seyrederdik. Annanemin bir gözü dayımın sigarasında, bir gözü de hep bizde olurdu...
-Zeki oğlum sigaranın külünü uzatmadan iç, emi güzel oğluuumm!!  
-Bahattin usta aşağıda uyuyor, sizde sessiz olun bakayim!
 
Dayımı zaten tiyatro falan ilgilendirmezdi, protesto eder gibi sırtını halkevinin duvarına yaslar, kendi dünyasında ikincisini tüttürürdü…
Halkevi Tiyatrosu, ileriki yıllarda Açık hava sinamasına çevrildi… ismi halkevi açık hava sinaması oldu. Bizler yine yaz akşamları her zamanki yerimizde bu kez Tiyatro değil, gösterideki filimleri seyrediyorduk…. Daha sonraki yıllarda, bazı yaz akşamları, çok sevdiğim zamanların sevilen oyuncusu Bakırköy’ün çocuğu Tarık Akan da Halkevine gelir halkın arasında kendi filimlerini seyrederdi...  
 
*(bu hikayemi yazarken değerli Tarık Hakan vefat etti. Kendisine allahtan rahmetler diliyorum. Huzur içinde yat değerli insan Tarık Akan, Bakırköy halkı başta olmak üzere bu vatanı seven demokratlar ve aydınlar seni unutmayacaktır.)
 
                                               ********
 
çevredeki bütün evlerin su ihtiyaçlarını, Bakırköy’ün arnavut taşlı, dar sokaklarındaki emme basma tulumbalar karşılardı. Su sırasına girip, damacanalarla evlerimize sular taşırdık. Genelde Sakız ağacındaki Ahmet Rasim sokakta veya Muhasebeci sokakta bulunan emme basma tulumbalarından su çekilirdi. Sıcaktan bunaldığımızda başımızı tulumbanın altına sokar buz gibi suyla serinlerdik. Çeşme başında biribirimizi ıslatır yaramazlık yapardık… Ta ki oradan biri gelip süpürgelerle bizi çeşme başından kovana kadar.
                                                 ******
-Basmaciii...!!!!  
Kendine has şivesiyle bağırarak çıkardı köşebaşlarından Rum asıllı, şen şakrak Aleko bey. Gözünde kalın camlı gözlükleri, buzağı yalamış gibi ıslak ve parlak simsiyah düz saçları, sağ omuzunun üstüne yığdığı, masuralara sarılı rengarenk kumaşlar, bir elinde vernikli kocaman tahta metresi, mehteran başı gibi bir sağa… bir sola… bağırarak şaşalı girerdi meydana.
-Basmaciii!!!  hanimlar basmaciii giieldii!!!
 
Aleko bey kumaşlarını satmaktan çok, sanki mahalle halkıyla sohbet etmek için dolaşırdı Bakırköy’ün sokaklarında. O dar sokakların bir rengiydi...öz be öz Bakırköylüydü. Kiminle göz göze gelse başlardı uzun uzun sohbet etmeye...Herkesi tanırdı sanki. Meydanın ortasında durur bağırarak bir kaç kez etrafında dönerken evlerin pencerelerinden kendisini çağıran birilerini gözlerdi...Birini yakaladı mı, esir eder, başlardı ordan burdan anlatmaya.
-Hanımcım yine begonyaların boyamış pencerelerin önünü pembe pembe beyaa..helal olsun be gülüm hanımcım..ah be hanımcım sen varya sen bir tanesin valla..
Aleko bey basmalarını satarmıydı bilmiyorum ama en azından satar gibi görünürdü... Çoğu kez Köşkün ta üçüncü katındaki kubbenin küçük penceresinden bakan Annanemle bile uzun uzun konuşurlardı...
 
-Hacer anacım, kimi gözlersin yine penecerelerde be kuzum... İstermisin entarilik basma vereyim sana ucuz ucuz.
-Yok istemez Aleko bey. Allah bereket versin, başka zaman.
-Sen ara sokalarda zerzevatçı Arifi görürüsen haber sal, buralara da uğrasın. Bak saat kaç oldu hala sesi soluğu çıkmadı bu çocuğun...
-Sen söyle be anacım, emrin başımın üzerine, elbet çıkar karşıma. Yollarım kırmızı şebboy sokağına beeyaa…
                                                   *****
 
At ve katırların çektiği tahta tekerlekli arabalar, Bakırköy’ün arnavut taşlı sokaklarında hoplaya hoplaya giderlerdi. Arabacılar sarsıntıdan arabanın üzerinde oturmadıklarından, bir elinde dizginler, diğer elinde kırbaç katırın yanı sıra yürür, bağırırlardı.
Zerzevatçııı!!!
Adapazarii patatiiisss! sarı patatiiis !! al al sulu dumatiiiis!!
kurabiye gibi karpuz!!  Reçel gibi kavunnn!!! Tekirdağın bunlar!!
arada bir; brrrr… bıırrr…hoşşşş ...huşşş ...bırrr oğlum bırrr.... çüşşşş.
Bir köşeden zerzevatçı çıkarken, diğer köşeden katırının sırtına yüklediği cam dolabın içindeki salkım saçak sakatatları satan, katırın yanı sıra yürüyüp ‘çiğerciiiiyyymm’ diye bağıran ciğerci girerdi meydana…. Bir bağırışma, bir curcuna… bazen sesler birbirine karışırdı Cevizlik mahallesinin ara sokaklarında…
Öğle sıcaklarında, bahçe duvarının yanındaki nar ağacıyla ulu at kestanesinin gölgesi çok kıymetliydi, at arabacılarının en sevilen uğrak yeriydi. erken gelen gölge yeri kapardı. Katırların ağzına yem torbalarını bağladıktan sonra, yağlı boya resimlerle bezeli, içi saman dolu tahta kasanın bir kenarına sırt üstü uzanırlar, kasketlerini yüzlerine çekip kestirirlerdi. Hemen berideki Özdal abi öğlenleri iki adımlık evine gitmez, nar ağacının altındaki alçak taburesinde oturur, bahçe duvarına yaslanır dinlenirdi. Hatun teyze, Zafer veya benle Özdal abiye tas içinde, o gün yaptığı sıcak yemekten gönderirdi...
Özdal abinin yemekten sonra;
‘Hadi bakalım hanginiz bana daha çabuk bir tas soğuk su getirecek’ dediğinde, nasıl da çil yavrusu gibi koştururduk.
                                                     ******
 
Bakırköy o zamanlar Veli effendi hipodromundan başlayıp Vita fabrikasına kadar uzanan bir alandı. E5in Bahçelievler tarafı daha bomboş bir araziydi...
O zamanki adıyla Yeşilköy hava alanına kadar ve sahil tarafında hava harp okuluna kadar ki bölge bomboş ve çakıllı taşlı bir sahildi.  İç taraflara doğru Baruthane denilen, şimdiki Ataköyün bulunduğu büyük arazi, çalılık, dikenlik ve yer yer çayırların bulunduğu, ortasından tertemiz ayamama deresinin aktığı uçsuz bucaksız bir alandı. Üzerinde tek tük küçük şirin köy evleri, bu evlerin önünde havlayan çoban köpekleri, eşelenen tavuklar ve biraz ötesindeki yemyeşil meralarda otlayan inekler ve koyunlarla sakin ve huzur dolu bir yerdi şimdiki Ataköy. Çok kez Köşkten kalkar güle oynaya bu köy evlerine süt, yoğurt, yumurta almaya gider gelir, saatlerce yollarda oyalanırdık. Bir zamanlar o bölge avcıların bile uğrak yeriydi.
Bakırköy sahil yolu yapılmadan önce şimdiki Gelik¬‘in bulunduğu yalı ve karşısındaki benzinci aynı arsa üzerindeydi. ilk sahil doldurma inşaatı sırasında ilk yol yapılarak Geliğin arsası ortadan ikiye bölündü. Ataköyün ilk konutları evvelinde yapılmıştı  
Daha hiç bir vasıtanın geçmediği Gelik yalısının deniz tarafı büyük meşe ağaçlarının ve çalılıkların olduğu bir alandı ve annanem dayım ve ben çok kereler bu küçük yarım adaya Hatun teyze ve Şerife pikniğe gider akşam geç vakit geri dönerdik.
 

Bakırköy akıl ve sinir hastanesi 1957 rahmetli annem, Annanem ve sonradan eniştem olan Tuncay Ateşli ve önde ben Zonguldaklı.  
                                                        *****
Hayatımda ne annanemi ne dayımı uyurken görmedim desem, pek de yalan söylemiş olmam. Gece yarısı olsun...  Sabahın kör saati olsun. Yer döşeğindeki yatağımdan göz ucuyla baksam, o huzur dolu karanlıkta, onları hep ağızlarında pır pır yanıp sönen sigaralarıyla görürdüm. Annanem köşkün kulesinin küçük penceresinden dışarı bakar, sessiz sessiz yıldızları seyrederdi. Arada bir hafiften öksürür, bazen durup dururken kendi kendine ağıtlar yakar, hatta bazen kendi kendine ağlardı.
-Ahh kurban olduğumm yarabbim, nedir benim bu çektikleriiimmm…
-Amaniin bu acıya can mı dayanııır...
-Al canımı da kurtar beniii...uuhuhuuuuu…
usul usul ağlarken...sol elinle dizlerini ovuşturur, bir yandan da parmakları arasında tuttuğu ikincisini içerdi.
-Annane ??? ne oldu yaa?
-Ammaaaa!!! niye kalktın ki sen? yok oğlum bi şey!!  ... hadi yat uyu!  
Basmadan kesme bol entarisinin cebinden çıkardığı buruşuk bez mendilinle gözünü burnunu siler, beni de hadi yat ...yat...diye öyle geçiştirirdi hep.
Bazı gecelerse başımın ucunda konuşmasıyla uyanırdım
-Yıldırım uyuyormusun oğlum? kalk! kalk! bak! yine dışarıda!  
 
kulağımın dibinde heyecanlı heyecanlı fısıldardı. Bir fısıldama ki metrelerce uzaktan bile duyulurdu...
Kırmızı şebboy sokakta yaşayan sansar, annanemin uykusuz geçirdiği gecelerinin önemli meşgalesiydi. Her yaz Zonguldak’tan Bakırköy’e tatile geldiğimizde bana sansarın marifetlerini bir bir anlatırdı. Bir keresinde bana sansarın gündüzleri, karşı komşunun bahçe kapısının üst kemerindeki kocaman yumak olmuş sarmaşıkların içinde saklandığını söylemişti Bende ertesi gün sabah erkenden gidip sarmaşıkları karıştırıp durmuştum ama içinde bir şey bulamamıştım.  
Sansar çoğu geceler sabaha karşı, gün ağırmaya yakın sokaklara çıkar, yiyecek arardı. Annanem benim hayvanlara olan sevgimi bildiğinden, sansarı dışarıda görür görmez heyecanla, beni uykumdan alırdı.
Püfür püfür sabah serinliğinde kalkar yarı uyanık, mahmurlu gözlerle, yüzümü iki elimin avucu arasında sıkıştırır, dirseklerimi pencerenin önüne dayar, sansarın bomboş sokaklarda oradan oraya koşturmacasını seyrederdim. Ben merakla seyrederken, annanem yanı başımda, elinde pof pof sigara içerken bana sansarla ilgili bir sürü şeyler anlatır, sorular sorardı.
Bu sansar senelerdir burda ne yer... ne içer. bilmem?
kaç sene yaşar ki bunlar?
belkide yavrularıdır ne bilem ben …bu böyleydi. yok şöyleydi....
Heyecanlı heyecanlı anlatırken, dayımı ne sansar ...ne de annanemin ağıtları ilgilendirirdi. Saman döşekli sedirinde, sakin sakin ikincisini içer, sabırla sigarasının külünü uzatırdı...
                                                 *****
 

-Annane hafta sonu Gülhane parkına gidelim mi?
Annanemle kafamızın uyuştuğu çok şey vardı ama hayvanlar ve tarih bizim tam ortak noktamızdı. Annanem bir müze sevdalısıydı. O zamanlar İstanbul ‘da beraber gidip de görmediğimiz hiç bir müze kalmamıştı. Yerebatan sarayından tutunda Deniz müzesi, Kız kulesi, Adalar, Topkapı müzesi, Atatürk müzesine kadar her müzeyi, İstanbulun görülmeye değer ne kadar yeri varsa yıllar içinde bir kaç kez ziyaret etmiştik. Müzelere her gittiğimizde büyük bir ilgi ve zevkle gezer, bana da heyecanlı heyecanlı bilgiler verirdi. Bu kadar tarihi nereden bilirdi hayret ederdim. Bana Osmanlı tarihinde neler olmuş, Yedikule zindanlarında Genç Osman’ın küçük yaşlarda neden ve hangi sebeplerden öldürüldüğünü, daha kimlerin neler yaptıklarını ve nelerin yaşandığını, Topkapı sarayında ne antrikaların döndüğünü, ne tür eğlencelerin yaşandığını anlatırdı. Hürrem sultanı ilk ondan duymuştum. O masal gibi anlatırken, ben de hayaller kurar anlattıklarını bir bir yaşardım o an.
Kavuniçi Warszawa’ya dolup dolup pikniklere gittiğimiz Karadeniz’in o yıllarda bomboş olduğu Demirci köyü sahillerindeki yamaçlarında bulduğum antika bir vazo parçasından sonra, o kıyıdaki yamaçlarda çomaklarla eşeleyip eski zamanlardan kalma parçalanmış vazo ve çanak parçlarının kalıntılarını bulup çıkarmıştım, onları annaneme gösterdiğimde. Annanem bunların Cenevizli’lerden kalmış olabileceklerini söyledi. İlk defa Cenevizlileri annanemden duymuştum. Soluk renklerle boyalı eski çanak parçalarını, evirir çevirir hayretler içinde bir alim gibi incelerdi.
-Bak bunun üstünde çiçek resmi varmış galiba. bu da bir balık resmi sanki...
Kimbilir neler düşünüyordu o irili ufaklı çanak çömlek parçalarına bakarken...…İlerki yıllarda hakikaten tarih kitaplarından Karadeniz’in batı sahillerinde Cenevizli’lerin yaşadığını ve deniz ticaretiyle uğraştıklarını öğrenmiştim. Seneler geçti hala oralarda neden bir tarihi çalışma yapılmaz bilmem ama Karadeniz’in Demirciköy sahillerindeki Cenevizlilere ait tarihi araştırmayı ilk annanem ve ben yaptık belki de, kendimizce o eski tarihleri de yaşamıştık.    
                                                ******
 
Annanem, dayım ve ben sabah erkenden banliyo treniyle ilk önce Sirkeciye veya minibüsle gidersek Beyazıta, sonra yürüyerek Sultanhamete, oradan Darpaneye iner , Gülhane bahçesine ulaşırdık. Gülhane parkına girdiğimizde, ilk önce annanemin ve benim en çok sevdiğimiz kısımı olan hayvanat bahçesini ziyaret ederdik...Hayvanat bahçesindeki bütün kafesleri birer birer dolaşır, Maymunların bulunduğu kafesin önüne gelince, uzunca bir süre takılırdık. Ziyaretçilerin hepsi gelirler biraz kalır giderlerdi ama biz hala maymunlarla haşır neşir olurduk, onlarla sohbet eder gülüşür uzunca bir vakit geçirirdik. - Aaa Yıldırım bak bak bana dilini çıkardı !! vay seni yaramaz utanmaz seni. Arkasından kahkahalarla gülerdik. Onların yaptıkları her hareket bizi güldürürdü. Şuydu buydu darken, maymunlar bir zaman sonra artık bizden bıkarlar, bizimle ilgilenmezlerdi. Bizde ilgisizlikten o ulu ulu çınar ağaçlarının gölgesindeki banklarda oturur, annanemin veya teyzemin bir gün evvelinden yaptığı kıymalı, ıspanaklı börekleri yerdik. Annanem ve dayım oradaki çaycılardan demli çaylar alır bardak bardak içerlerdi. Ben hep sevdiğim gazozu tercih ederdim. Sabah erkenden başlayıp akşamın geç saatlerine kadar gezip tozduğumuz günün sonunda, yorgun argın Bakırköy’e, ahşap köşke yine minübüs veya sirkeciden banliyö treniyle geri dönerdik.
“Gazoz” deyince aklıma hep, çocukken babamdan yediğim dayaklar gelir. Zonguldak’ta çocukluğumda ayda bir kere annem evimize kasayla gazoz getirtirdi. O tahta kasalarda bulunan küçük yeşil renkli şişelerdeki Zonguldağın meşhur „Aksel” gazozlarını bir kaç günde bitirirdim. Babamdan bu yüzden çok da dayak yemiştim. Oğlum miden delinecek derdi.  Huyum kurusun alışkanlığım bir türlü değişmedi. Kendimce bir yöntem bulup gazozları içmeye başladım. Gazozun kapağını açmazdım. Kapağına çiviyle delik deler, bitmesin diye damla damla içerdim. Nalet olası şişe yine biter, arkasından bir tane daha delerdim.... dayak gelene kadar... şişelerin kapakları vardı ama içleri boştu, gazoz ne kadar lezzetliymiş ki arkasından gelecek gecikmeli dayağı kabullenirdim herhalde.  
 
Yıldırım Özener
Devam edecek…