SÖZ UÇAR YAZI KALIR ve BESLE KARGAYI OYSUN GÖZÜNÜ

Hanidir dilde gönülde birikenler satıra meyletmeden imha ediyor kendini.

İç kanamalı bir zaman diliminden geçmekte olmak, acıyı hafifletebilmek için kıyılara vurmak, başa sarmakla, boşa sarmak arası bir şeymiş.

 İpin ucu gibi hayatı da hayatımızdakileri de elimizden kaçırıyoruz vesselam.

Tadı tuzu olmayan ya da tat tuz katamadığımız zamanların içinden geçiyoruz biçare.

 Elimizden kayıp gidenlere, yüreğimizden kayıp gidenlerde eklenince, gelinen son nokta, sahiden de nokta oluveriyor son tahlilde.

Şimdi ah etmek mi gerekir yaşama sevinçlerimizi çalanlara yahut silkelenmek mi lazım tortularımızdan, bunun muhasebesi içindeyim.

 Nedenlerini niçinlerini sorgulamak ise kısır bir döngünün içinde kaybolup gitmek gibi geliyor.

Kaybolan zamanların peşinde kaybolmak da var nihayetinde.

İnsanın kimyası yaşadığı coğrafyaya benziyorsa ki öyle,  mücadeleden galip çıkabilme ihtimali de imkânsızlık dâhilinde görünüyor.

On yıllardır süregelen ve günbegün eriyen, kendini bitiren, yalnızlaşan bir coğrafyada direnmeye çalışmak öyle vurdumduymazlık,  bana necilik gibi pişkin insan olma özelliği taşımayanlar için kolay iş değilmiş doğrusu.“ Bunu başarabilenlere gıpta edeceğim aklımın ucundan geçmezdi ama geçiyor ne yazık ki.”

Sesini duyuramamak, sağır dilsiz insanlığın çokluğundan kaynaklanıyor, yılgınlık ve yorgunluk tamamen bu yüzden hâsıl oluyor.

İnsanın yüreği sızladığında, üstüne üstlük tam kalbinden kurşunlandığında yaşamatutunma ihtimalide yok seviyelerine iniyor haliyle.

Tıpkı içinde yaşadığı coğrafya gibi imkânsızlıklara kafa tutmak ve bir başına mücadele etmek yoruyor yıpratıyor ve daralan zamanlarda telaşlandırıyor insanı.

Hani bir atasözü vardı” bir elin nesi var iki elin sesi var” diye başlayan ve sonunda da tutacak el bulamadığı için yine bir manevrayla sözü yerde bırakmamak için “besle kargayı oysun gözünü” diye hicivle bitirdiğimiz,durum özeti olarak madalya taktığımız sözler ne kadar anlamlaşıyor günün sonunda.

Karganın beslenmemesi gerektiğini öğrenmek de neymiş canım!

Söz, dilde de aynı söz, yazı da da aynı söz nihayetinde, aslında uçup giden söz değil söze değer vermeyenlermiş.

Sırtını kendine yaslamaktan başka bir çare bırakmayan şu zamana teslim olmaktan başka bir çıkar yol yok bildiğim.

Ve dahası, sırtındaki bıçak izleriyle baş edemediğinde, üzerine basıp geçmeye heveslilerin ekmeğine yağ sürmek gafletine düşmek olasılığının ağırlığı var ya, işte can alıcı yerdeyim dedirtiyor insana.

Velhasıl kendimi içinde yaşadığım coğrafyam gibi hissediyorum. Suyunu içip, kisvesini bıraktığımız bu coğrafya gibi iliklerine kadar sömürülmek sözün özü.

Bunun ne empatisi kaldı yapılmayan, ne de boşa koyup doluya sığmaması.

İşin içinden çıkılamıyor olmasının altında yatan yegâne şey, mesafe milimetresinin hesabından olsa gerek. Yürek kapısının bir kilidi olabilseydi şayet, bunca sızının, bunca yaranın merhemini aramaya hacet kalmazdı.