''Çanakkale Cephesi'de, 101.279 asker şehit düştü. 102.603 yaralı, 10.000 asker esir. Toplam kayıp sayısı, 213.882'dir.
   Çanakkale Savaşı'ndan Mustafa Kemal Atatürk'ü silmek isteyen tarih nankörleri, planlı bir yalan bombardımanına başladı.
   Mustafa Kemal'in Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı'ndaki zaferlerini yok sayan bir tarih yazma yarışı hız kazandı. Tarihi kirleterek ve gerçeğe ihanet ederek...
   Evliyaların Çanakkale Savaşı'nda düşmanı yendiğini; cübbelilerin, yeşil sarıklıların Türk askerini koruduğunu iddia eden bir tarih oluşturma süreci dört nala koşmakta...
   Tarihi belgeler ve savaşa katılan yabancı askerlerin yazdıkları, Mustafa Kemal'e  dünyada imrenilecek bir tarihi şahsiyet rolü verir.
   Ya Türkiye'de... İşgalcilerden kurtardığı, bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşturduğu kendi ülkesinde... Çanakkale Savaşı'nda onu yok sayan bir tarih sevdası türedi...''
   
   Yukarıdaki satırlar bana ait değil. Birleşmiş milletler Madalyası sahibi, şimdilerde İstanbul Aydın Üniversitesinde öğretim üyeliği yapan, emekli general Naim Babüroğlu'nun yazmış olduğu ''Kemalyeri'' isimli kitabın önsözünden alınmıştır.
   Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz 18 Mart pazartesi günü Çanakkale Zaferi'nin 104. yıldönümü idi. Aslında bu tarih düşmana karşı yapılan deniz savaşının yapıldığı tarihtir. Ama bizi kesin zafere götüren ve 260 gün süren bundan sonraki kara savaşlarıdır. Bu yüzden Çanakkale Savaşları ve Zaferleri deyince bunu birkaç güne indirgememek lazımdır. Kısacası, Çanakkale Savaşları konusu halen gündemdedir.
   Ben size burada bu savaşı anlatacak değilim. Ama herkesin değişik şeyler söylediği Çanakkale Savaşları hakkında gerçek ve ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Sayın Naim Babüroğlu Paşa'nın kitabını alıp okuyabilirler.
   Çanakkale Savaşları'nı daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek için öncelikle o zamanki şartlara bir göz atmakta fayda görüyorum
    Söze bu zafer için dönemin İngiltere Savunma Bakanı olan Churchill'in sözüyle başlıyorum. Churchill şöyle demiştir: ''Türkler, Çanakkale'yi zorlayan çağının en ileri tekniğine sahip güçler karşısında adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.''
   Ama bu kaleyi ayakta tutmak yukarıda rakamları verilen korkunç kayıplara mal olmuştur. Elbetteki bu kayıpların önemli sebeplerinden biri düşmanın kuvvetli oluşu ve çağın en son teknolojisi ile üretilmiş silahları idi. Ama bir sebebi daha var ki o da Osmanlı ordusunun durumu ve yönetimi idi.
   O zamanki manzaraya şöyle bir bakalım.
    Başta Padişah olarak, şimdilerde bazılarının yere göğe koyamadığı, hatta halen TRT'de bir dizide kahraman olarak tanıtıldığı; ama Mehmet Akif Ersoy'un bir şiirinde, ''Gölgesinden korkan ödlek, Korkuttu bizi otuz üç yıl şeriat diyerek.'' diye nitelendirdiği Sultan Abdülhamid bulunuyordu. Bu padişah nasıl kahramandır ki, bunun zamanında Sırbistan, Karadağ, Romanya, Kıbrıs, Mısır ve Tunus olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare toprak elden çıktı! Yani bu günkü Türkiye'nin yaklaşık iki katı!.. 
   Osmanlı ordusunun Genelkurmay Başkanı ve Başkomutan vekili ise Enver Paşa idi. Padişah damadı olmanın avantajlarını iyi kullanan Enver Paşa, İttihat ve Terakki'nin en fazla sözü geçen adamı olduğunda daha yarbay iken basamakları hızla tırmanmaya başladı. 15 Aralık 1913'te albay; üç hafta sonra 3 Ocak 1914'te tuğgeneral yapıldı. Önce Savunma Bakanı, hemen ardından Genelkurmay Başkanı oldu. Yani padişahtan sonra ikinci adam... Başkomutan sıfatıyla bütün orduların başına geçtiğinde daha 33 yaşındaydı!
   Koyu bir Alman hayranı olan daha çocuk yaştaki bu Paşa, sırf Alman hayranlığından ve tutkularından dolayı bitik haldeki Osmanlıları Almanların yanında 1.nci Dünya Savaşı'na sokmuş ve Osmanlı Devletinin sonunu hazırlamıştır. Hatta Churchill anılarında; ''Hiçbir devlet, Dünya Savaşı'na Osmanlı Devleti kadar büyük bir arzu ile atılmamıştı'' der. Daha sonra, ''Osmanlı İmparatorluğu, 1914'te can çekişir vaziyetteydi'' diye yazmıştır. 
   Sarıkamış Faciasının da sorumlusu olan Enver Paşa, bu faciada ölenler yüzünden eleştirilince; ''Nasıl olsa ölmeyecekler miydi?'' Ha şimdi ölmüşler ha sonra!'' diye çocukça bir espri bile yapabilmiştir.
   Tüm bunları bu iki şahsiyeti daha iyi tanıyasınız diye yazıyorum.
   Tanıtmak istediğim diğer bir isim sacayağının üçüncü ayağını oluşturuyordu. Bu da Enver Paşa'nın Alman hayranlığı nedeniyle, Çanakkale Savaşları için özel olarak kurulan, 5.nci Ordu'nun başına getirdiği Alman General Liman von Sanders'dir. Bu Sanders, kendi ülkesinde kolorduya komutanlık yapması uygun görülmeyen bir generaldi. Astına söz hakkı tanımayan kaba ve ırkçı bir Prusyalı idi. Bu yüzden onun ve emrindeki diğer Alman subayların bu göreve getirilmesi Türk subayları hiç memnun etmedi.
   Sanders Paşa'nın gerçek misyonu Almanların savaştığı başta İngiltere ve Fransa olmak üzere bazı düşman devletlerin bir kısım gücünü Çanakkale'ye yönlendirerek onları orada oyalamaktı. Almanya böylece kendi savaştığı orduların gücünü bölerek onları zayıflatmış olacağını hesap ediyordu.
    Bu yüzden, aslında Alman Genelkurmayı'nın emirlerine göre hareket eden Sanders Paşa, savaşı kazanmaktan ziyade zamana yaymaya çalışıyordu. Türk subaylarının önerilerini dinlemiyor, sürekli hatalı kararlar veriyordu. Alman çıkarlarına göre hareket ediyor, oluk oluk akan Türk askerinin kanı onu ilgilendirmiyordu. Ne yazık ki Enver Paşa da hep onun yanında yer alıyordu.
   İşte devletin ve orduların başındaki bu üç basiretsiz adama rağmen Çanakkale Savaşları kazanılabilmiştir.
   Peki, kim kazanmıştır bu savaşları? Yobazların iddia ettiği gibi evliyalar ve yeşil sarıklıların duaları mı? Eğer öyle ise Osmanlılar sürekli savaş kaybederken bu sarıklılar neredeydi?
   Yoksa Alman General Liman von Sanders mi kazandı? Çünkü Çanakkale Savaşlarını yapan 5,nci Ordu'yu yöneten bu General'in Almanya'nın Darmstadt kentindeki mezarının mezar taşında şöyle yazmaktadır: ''Prusya Krallığı Generali, Osmanlı İmparatorluğu Mareşali ve Çanakkale Fatihi'' Buradan anladığım kadarıyla, Almanlar da Çanakkale Savaşları'nı bu General'in kazandığına inanıyor.
   Gerçek kazanan ise, tabii ki Mustafa Kemal'in emrindeki kahraman Türk askeridir. 
   25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşmana yaptığı saldırıda, askerlerine şu tarihi emri vermiştir:''Ben size taaruz değil, ölmeyi emrediyorum.'' 
   Bu ruh ve heyecan Çanakkale Kara Savaşları'nın kazanılmasını sağlayan 9 Ağustos 1915 tarihindeki Anafartalar; 10 Ağustos 1915'te yapılan Conkbayırı ve 21 Ağustos 1915'te yapılan İkinci Anafartalar Savaşları'nda da sürmüş ve bu savaşlar bu sayede kazanılmıştır. Dikkat ediniz; tüm bu savaşlar Mustafa Kemal'in komutanlığında kazanılmıştır!
   Sanırım Çanakkale Savaşları'da Atatürk'ü yok sayanlara aşağıdaki kısa hikaye tokat gibi bir cevap olacaktır.
   (KAYNAKLAR:Sadi Borak'ın ''Atatürk'ün İstanbul'daki Çalışmaları'', ve Prof. Dr. Utkan Kocatürk'ün ''Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü'')
 
     TOPAL BACAKLI  MAREŞAL
    Siyah beyaz bir fotoğraf.. Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi.. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli.
   Bu adamın hikayesi, tarihe silinmez izler bırakmış ATATÜRK gibi emsalsiz bir dahiyi anlatmaktadır... Bu adamın duygu dolu ibretlik bir hikayesidir..
   Bu kişi Sir William Birdwood'dur. Çanakkale Savaşı'nda ANZAC (Avustralya-Yeni Zelanda Orduları) Başkomutanı... Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk'e üç kez yenilmiştir... 
   Savaşta bacağı da sakatlanır ama buna rağmen O'nun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder.
   1935 yılında Mareşal olur. Son görevi Hindistan Ordusu Başkomutanlığı'dır. Ama Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır.
   Atatürk'ün vefatında da rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul'a gelir. Bacağını sürükleye sürükleye tabutun arkasından yürür.
   Ankara'daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan Mustafa Kemal'in tabutunun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar, elindeki asayı kaldırarak selamlar O'nu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır.
   Tören sonrasında hemen ayrılmaz, birkaç gün  daha kalır Ankara'da.
   Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda, cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar ve 20 Kasım 1918 tarihinde, İstanbul Pera Palas Oteli'nde Atatürk ile karşılaştıklarında yaşadıkları bir anıyı anlatır. 
   Atatürk'e iki yıldır kafasını kemiren şu soruyu sorduğunu söyler:''Sayın komutan, bizi nasıl yendiniz?'' Bunun üzerine,  Atatürk bir kağıt ve kalem getirterek bu krokiyi çizmiş ve kroki üzerinden onların kendi hatalarını gösterir. Mealen de, ''Biz sizi yenmedik siz kendinizi yendirttiniz!'' der..
   Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal'i kucaklar: ''Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.'' dedikten sonra; krokiyi ve kalemi işaret ederek: ''İzin verir misiniz?'' der;''bu krokiyi ve kalemi hatıra olarak saklayayım.'' Ve saklar!
   Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir... 
   Bu anısını anlatırken, Mustafa Kemale olan hayranlığını ve saygısını samimi duygularıyla gösteriyordu...

   NOT: Ne denir ki! Düşmanlarının bile sevdiği, değerini takdir ettiği, hayranlık duyduğu bir deha, büyük bir lider, tüm dünyanın örnek aldığı ve gösterdiği büyük devlet adamı..  Kimileri silmeye çalışsa da sadece Türk değil, Dünya tarihine altın harflerle yazılmış eşsiz bir dünya lideri.. Bir ulusu ve devleti yeniden dirilten Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu....
   Ta İngiltere'den gelip sakat bacağıyla acı çeke çeke Atatürk'ün tabutunun arkasından yürüyen şu adamın gösterdiği saygıyı göstermeyen ve yetmezmiş gibi bilir bilmez hakkında atıp tutanlara yazıklar olsun!