Milli Eğitim Bakanlığının evrim teorisinin müfredatta çıkarılacağını açıklamasıyla yeniden alevlenen evrim tartışmalarında bilgisine en çok başvurulan bilim insanlarından biri olan Prof. Dr Mustafa Sözen, Halkın Sesi’nin sorularını yanıtladı.

 

Evrim İslam bilginlerinin insanlığa armağanıdır

 

Bülent Ecevit Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, Zooloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sözen, yaptığı çalışmalarla kentimizin önemli bir değeri olarak adından sıkça söz ettiriyor. Aralarında uluslararası hakemli dergilerin de olduğu pek çok yayın organında bilimsel makaleleri yayımlanan Prof. Sözen’in yayımına büyük emek harcadığı “Zonguldak İli Biyoçeşitliliği” ve “Zonguldak Kuşları” adlı kitaplar, kentimiz için çok değerli bir kaynak niteliği taşıyor. Arkadaşlarıyla birlikte yaptığı çalışmalarla, başta Filyos Irmağı ve çevresi olmak üzere Zonguldak ilinin, kuş çeşitliliği açısından, oldukça zengin bir bölge olduğunu ortaya çıkaran Prof. Sözen, son olarak Haber Türk kanalındaki performansıyla tüm ülkenin dikkatini çekti. Ülkenin önde gelen üniversitelerinden bilim insanlarının katıldığı açık oturumda, üslubu, tavrı ve konusuna hâkimiyeti ile izleyenlerden tam puan olan değerli bilim insanı, tüm Zonguldaklıların da göğsünü kabarttı. Programda son zamanlarda eğitim müfredatından çıkarılmaya çalışılan evrimin, biyoloji biliminin temeli olduğunu söyleyen Prof. Sözen, İslam’ın altın çağındaki pek çok düşünürün evrim hakkında ilk bilgileri ortaya attığını, Batılı bilim adamlarının ise bu bilgiler üzerine teorilerini geliştirdiğin açıkladı. Evrimin kesinlikle İslam’la çatışmadığını da dile getiren Prof. Sözen, canlıların gelişimini başka türlü anlatmanın mümkün olamayacağı için evrim kuramının müfredatta mutlaka yer alması gerektiğini söyledi. Bülent Ecevit Üniversitesinin değerli bilim insanıyla Filyos’tan evrime kadar çok geniş yelpazede bir söyleşi yaptık. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.

 

Aycan KARADAĞ: Sevgili Hocam öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

Mustafa SÖZEN: Tabi ki. 1967 Antalya-Akseki doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Antalya ili Manavgat ilçesinde, Üniversite öğrenimimi Selçuk Üniversitesinde, yüksek lisans ve doktora öğrenimimi ise Ankara Üniversitesinde tamamladım. Doktoramı 2000 yılı başında tamamladıktan sonra Zonguldak Karaelmas Üniversitesinde yardımcı doçent olarak göreve başladım. Burada 2002 yılında doçent ve 2007 yılında profesör oldum. Biyoloji Bölümünde 12 yıl Bölüm Başkanlığı, Fen Bilimleri Enstitüsünde bir dönem müdürlük ve Fen-Edebiyat Fakültesinde de bir dönem dekanlık yaptım. Halen de Biyoloji Bölümünde Zooloji Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktayım. Asıl uzmanlık alanım Türkiye’nin memeli hayvanları. Memeliler içinde de en çok kemiriciler, yarasalar ve böcekçillerle ilgilenmekteyim. Uluslararası Kemirici Biyoloji Kongresi Bilim Komitesi içindeki tek Türk üyeyim. Ayrıca Sağlık Bakanlığı Rodent Kaynaklı Hastalıklar Bilimsel Danışma Komisyonu Üyesiyim. 2010-2014 yılları r-arasında da TÜBİTAK Kimya Biyoloji Araştırma Destek Grubunda önce Danışma Kurulu ve sonra Grup Yürütme Komitesi üyesi olarak görev yaptım. Memeliler üzerine yayınlanmış yüze yakın makalem ve ayrıca yazımına ve çevrilmesine katıldığım çeşitli kitaplar bulunmaktadır. Memeliler dışında kuşlar ve kelebekler ile de ilgilenmekteyim.

 

KARADAĞ: Zonguldak kamuoyu isminizi ilk kez “Zonguldak İli Biyoçeşitliliği” adlı görkemli kitapla duydu. Biyoçeşitlilik açısından gerçekten değerli bir ekosistem mi?

SÖZEN: Zonguldak zengin bir bitki örtüsüne sahip. Özellikle Düzce sınırı bölgesinde çok yaşlı ve sağlıklı yaprak döken ormanlara sahip. Hatta burada 4112’ye varan yaşı ile dünyanın en yaşlı porsuk ağaçlarından birisi keşfedildi. Hayvanlar bakımından da bazı önemli özellikler barındırmakta. Zonguldak mağara zengini bir bölge ve bu mağaralarda 21 farklı yarasa türü yaşamakta. Bu sayı Türkiye’deki toplam yarasa türlerinin yarısından fazladır. Toplam memeli türü sayısı ise 60’ı bulmaktadır ki bu da oldukça önemli bir sayıdır. Zonguldak’ın çeşitlilik bakımından en zengin olduğu hayvan gruplarından birisi de şüphesiz kuşlardır. Türkiye’de 483 kuş türü belirlenmiştir ve bunların şu ana kadar 303 tanesini Zonguldak’tan kaydettik. Diğer bir deyişle Zonguldak Türkiye’deki toplam kuş türü sayısının yaklaşık 3’te 2’sine tek başına sahiptir.

 

KARADAĞ: Yazarları arasında olduğunuz ve editörlüğünü de üstlendiğiniz “Filyos Kuşları” adlı çalışmanızda Zonguldak’ın kuş çeşitliliği açısından ülkenin önemli merkezlerinden biri olduğunu anlatıyorsunuz. Bu ne demek?

SÖZEN: Bir önceki soruda belirttiğim gibi Zonguldak Türkiye’deki toplam kuş türü sayısının yaklaşık 3’te 2’sine tek başına sahiptir ve bu türlerin 287 tanesinin Filyos’tan kaydı vardır. Türkiye’de çok az yerde bu kadar zengin bir kuş çeşitliliği vardır. 

 

KARADAĞ: Kente ne gibi bir değer katar bu zenginlik?

SÖZEN: Bunu birkaç açıdan değerlendirebiliriz. Birincisi Zonguldak’ta yaşayan bir vatandaş olarak bu alana gidip bu güzellikleri gözleyebilir, öğrenebilir, fotoğraflarını çekebiliriz. İkincisi bu alanı çocuklarımız, öğrencilerimiz için bir doğa eğitim merkezi haline getirebiliriz. Üçüncüsü Zonguldak ekoturizminin çok önemli bir bileşeni olarak bu değeri yöreye turist çekmek için kullanabiliriz. Dördüncüsü ve en önemlisi de bu doğa mirasını koruyup geliştirerek gelecek nesillere, torunlarımıza bırakabiliriz.  Az şey mi?

 

KARADAĞ: Bir biyolog olarak kuşlarla ilgilenmeniz çok doğal elbette. Ama her biyolog kuş gözlemciliği yapmıyor. Nereden geliyor bu merak?

SÖZEN: Ortaokul yıllarından itibaren fotoğrafa hep özel bir ilgim vardı. Bu ilgi babamın evde kullandığı filmli makine ile başladı ve hep devam etti. Özellikle yaban hayatı fotoğrafçılığına ilgi duyuyordum. Yaban hayatı fotoğrafçılığının en önemli objesi güzellikleri, çeşitlilikleri ve gündüz görülebilmeleri ile kuşlardır. Filyos deltasını kuşlar açısından önemli yapan nokta da zaten bu durumdur. Sahip olduğu zengin kuş çeşitliliği ile Yaban Hayatı Fotoğrafçılarını ekme potansiyeli çok yüksek bir alan. Düzgün Yaban Hayatı Fotoğrafı çekebileceğim uygun bir ekipmana ancak 2007 yılında sahip oldum. O zaman Zonguldak’ta yaban hayatı fotoğrafı ile ilgilenen çok az kişi vardı, tek elin parmaklarını bulmaz. Bunlardan birisi Matematik Öğretmeni Tuncer Tozsin ve diğeri de İngilizce Öğretmeni Murat Soydaş. Ben uygun bir ekipmanla fotoğrafa başlayınca hemen bu arkadaşlarla özellikle Filyos bölgesinde yoğun fotoğraf çekme ve kuş gözleme faaliyetlerine başladık. Sonrasında önce Türkiye içinde önemli kuş alanları, sonrasında da bunlara ilaveten dünyadaki önemli yerlere fotoğraf turları olmak şeklinde bu etkinliklerim hep sürdü. Yaban hayatı fotoğrafçılığı bir hobi olduğu için bütün hobilerde olduğu gibi bütün biyologların buna yönelmesini bekleyemeyiz. Aslında Türkiye’deki yaban hayatı fotoğrafçılarının çoğunluğu biyolog değildir. Hayatın koşuşturmasından bunalan ve doğaya çıkmaktan keyif alan neredeyse bütün meslek gruplarında insanlar yaban hayatı fotoğrafçılığına ilgi duyabilmektedir.

 

KARADAĞ: Çocukluğunuzda da kuşların dünyasına ilginiz var mıydı?

SÖZEN: Çocukluğum köyde geçtiği için genel olarak doğaya ve bütün canlılara ilgim vardı. Çocukken tam bir belgesel delisiydim. Çocukluk ilgisi belgesellerle desteklenince en büyük hayalim doğada araştırmalar ve keşifler yapan bir Bilim insanı olmaktı, bu hayal beni Biyolojiye yönlendirdi ve şimdi de bu hayalimi yaşıyorum.

 

KARADAĞ: Hayata geçirilmesi düşünülen Filyos Vadisi Projesi’nin Filyos Irmağı’ndaki biyoçeşitliliğe zarar vereceğinden endişe ediyor musunuz?

SÖZEN: Maalesef bu bir endişenin ötesinde bir gerçek. Ne yazık ki doğaya hiç etki etmeden insan ihtiyaçlarını karşılayamıyorsunuz. Önemli olan bir denge oluşturmak bütün bu faaliyetleri sürdürülebilir kılmaktır. Yani sanayi yatırımları yaparken Yaban Hayatının da varlığını sürdürmesini sağlayacak tedbirleri almak zorundayız. Filyos vadisi projesinde de bu amaçla önemli bazı tedbirlerin alınmasına katkı sağladık ve Filyos Kalesi-Sefercik Köyü-ırmak ve deniz arasında 60-70 hektar büyüklüğünde bir alan sanayi bölgesi dışında yaban hayatı için koruma alanı olarak ayrıldı. Bu alanın batı bitişiği Filyos Kalesi ve sonrası Filyos Plajı olduğu için oldukça önemli bir alan korunmuş durumda şu anda. Bu alanın uygun ve iyi bir şekilde yönetilmesi yaban hayatının eskisi kadar zengin olmasa da varlığını sürdürmesini sağlayacaktır. 

 

KARADAĞ: Türkiye sizi haber Türk kanalındaki evrim tartışmalarından tanıyor. Özellikle son programdaki performansınız çok etkileyiciydi. Yayın erken kesildiği için çok açıklama fırsatınız olmadı. Kısaca şu evrim nedir bize anlatır mısınız?

SÖZEN: Evrim, biyoloji içindeki araştırma konularından birisidir. Bunun araştırılması yöntemi de fizik, kimya gibi alanlardaki bütün bilimsel çalışmalarında yapıldığı şekilde gözlemlere dayalı hipotezler ortaya atarak bunların test edilmesine, yani bilimsel olarak araştırılmasına dayanmaktadır. Evrim için yapılabilecek en basit tanımlardan birisi bir türün genetik yapısının zamanla değişmesi demektir. Bir türün içinden bir grup birey ayrılırsa ve bu iki grup arasında temas kesilirse bunlar da zamanla birbirlerinden genetik olarak farklılaşmaya başlarlar. Evrim basitçe budur. Daha geniş bir şekilde şöyle de diyebiliriz. Canlıların günümüzden 3,8 milyar yıl önce dünya üzerinde ortaya çıkmasından sonra günümüze kadar çeşitlenerek gelmesi ve dünya tarihinde nesli tükenmiş ve yaşamaya devam ederek günümüze kadar ulaşmış bütün canlı türlerinin gelişim sürecidir. Evrimin ilk yaptığımız tanımı canlıların genetik yapısının zamanla değişmesi olduğu için günümüzde genetik yapının araştırılması için kullanılan teknikler çok gelişmiş olduğu için evrimi bilimsel olarak detaylı bir şekilde araştırmak çok daha kolay hale gelmiştir. Diğer taraftan dünya tarihi boyunca yaşamış ve çoğunun nesli tükenmiş canlı türlerine ait milyonlarca fosil bulunduğu için canlı gruplarının dünya üzerinde ortaya çıkış zamanları ve sıralarını çok daha iyi bir şekilde ortaya koyabiliyoruz.

 

KARADAĞ: Bir de merak edilen konu şu: Biz gerçekten maymundan mı geldik?

SÖZEN: Bu soruya cevap verirken cevabı sadece insanla sınırlandırmamak gerekiyor. Ancak ben yine de insandan başlayarak cevap vereyim. Eldeki verilere göre bizim türümüz (Homo sapiens) günümüzden 200-250 bin yıl kadar önce bir diğer insan türü olan Homo haidelbergensis’ten ayrıldı. Bu tür de yaklaşık 800 bin yıl kadar önce Homo antecessor türünden ayrılmıştı. Onu da bir insan türü olarak ifade edebiliriz. Öncesinde Homo ergaster ve daha da öncesinde Homo habilis bizim önceki atalarımız olarak kabul edilmektedir. Bunların hepsinin başlangıcı ise yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesidir. Diğer taraftan yapılan tüm BİLİMSEL çalışmaların sonuçları günümüzdeki bütün maymunların ve insanların aynı kökenden evrimleştiğini ortaya koymaktadır. Bu gün baktığımızda bir maymun dediğimiz şempanze ile ayrılma zamanımız ise yaklaşık 5 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Yani bu evrimsel süreç bizim soyumuzun insan olmasıyla sonuçlandı, bir diğer soyun bugün şempanze olmasıyla, bir diğer soyun evrimsel süreci de onların bugün örneğin goril olmasıyla sonuçlandı. Ancak bu saydığımız türlerin hepsinden geriye doğru gidersek yaklaşık 12 milyon yıl önce hepsinin aynı türe çıktığını görüyoruz. Günümüze kadar ortaya çıkarılan fosiller ve bu türlerin bu gün yaşayan bireylerinin genetik yapılarının karşılaştırılması bu sonucu ortaya koyuyor. Şempanze, goril, orangutan türleri insana en yakın akraba kabul edilen büyük kuyruksuz maymunlar grubundandır. Uzun kuyruklara sahip olan pek çok diğer maymun grubu ise çok daha uzaktır, ancak hepimiz birden primatlar takımının içinde sınıflandırılıyoruz ve bütün primat türlerinin de yaklaşık 65 milyon yıl önce ortak bir ataya sahip olduklarını görüyoruz. Aslında bu süreç sadece insanlar ve diğer primat üyeleri ile sınırlı değildir. Evrim teorisi bugün dünya üzerinde yaşamakta olan geçmişte yaşayıp nesli tükenmiş bütün türlerin ortak bir ataya sahip olduğunu öne sürmektedir. Buradan hareketle bugün yaşamakta olan bütün primat üyelerinin günümüzden 65 milyon yıl önce ortak bir ataya sahip olmalarının ötesine geçeriz ve bu gün yaşamakta olan bütün memeli türlerinin yaklaşık 200 milyon yıl önce ortak bir ataya sahip olduğunu görürüz. Bitmedi sürüngen, kuş, memeli gibi bütün karasal omurgalı türlerinin yaklaşık 300 milyon yıl önce ortak bir ataya sahip olduğunu görürüz. Böylece geriye doğru 3,8 milyar yıl öncesine gidersek ise bakteriden bitkiye, mantara, hayvana ve insana kadar bütün canlı türlerinin ortak atasına ulaşırız. Yani ortaya koyduğunuz tarihe kadar bizler bir balıkla bile ortak atayı paylaştığımız dönemlere sahibiz. Hala bunun genetik mirasına sahibiz ve gelişimimizin çok erken bir aşamasında balıklarda olduğu gibi solungaç yarıklarımız oluşur ve kısa sürede kapanır. Bir balık yavrusunun ilk gelişim aşamasındaki şekli ile bir insan yavrusunun gelişiminin çok erken bir aşaması birbirine çok benzer. Tüm saydığımız gruplarla ortak atalara sahip olduğumuz dönemlerin genetik izlerini hala taşıyoruz ve yapılan genetik çalışalar bunu ortaya koyabiliyor. Bu konuda çok çarpıcı bir örnek vereyim. Aslında TV programında en son tam bu örneği vermek istiyordum ki Reina’da 39 insanı öldüren teröristin yakalanma haberi gelince program yarım kaldı. Şempanze, goril ve orangutanın kromozom sayıları 48’dir. Bizim kromozom sayımız ise 46. Hepimizin ortak bir ataya sahip olabilmesi için bir sorun var görünüyor. Çünkü ortak atadan ayrıldıktan sonra bizdeki iki kromozom kaybolmuş görünüyor ve gayet iyi biliyoruz ki insanda tek bir kromozomun bile kaybı ölümcüldür. Bu problemi çözemezsek evrim yanılıyor ve biz bu türlerle ortak bir atayı paylaşmıyoruz ve bağımsız bir şekilde ortaya çıktık demektir. Ancak özellikle son 20 yılda genetik çalışmalardaki geldiğimiz nokta ve insan genomunun çıkarılmış olması, maymunlarda çok sayıda detaylı genetik çalışmanın yapılmış olması çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı. Bizim genomumuzdaki 2 nolu kromozom çifti şempanze, goril ve orangutanda ayrı halde bulunan iki farklı kromozom çiftinin kafa kafaya birleşmesiyle meydana gelmiş ve bizim soyumuza özgüdür. Kromozom birleşmesi veya ayrılmaları konusu biyolojide açıklanmıştır ve buna Robertsoniyan translokasyonları denir. Üstelik bu iki kromozomun birleşme yeri öyle kesin bir şekilde ortaya konulmuştur ki dünyada isteyen her bilim insanı bunun gerçek olup olmadığını araştırabilir. İki kromozomun birleşme yeri bizim 2 numaralı kromozomumuz üzerindeki 114 455 823. baz ile 114 455 838. baz arası olarak belirlenmiştir. Yani 15 baz çifti. İki farklı kromozom birleşince birisinin sentromeri faaliyetini kaybeder, bir kromozomda iki sentromer olmaz. Birleşme sırasında faaliyetini kaybeden sentromer şempanzedeki 13 numaralı kromozomuna denk geliyor. Oldukça teknik bir açıklama olduğunun farkındayım, ancak konuyu biraz bilimsel olarak takip edenler burada neden bahsedildiğini anlarlar. Yani biz şempanze, goril ve orangutan ile ortak bir atadan farklılaştık, bunların içinde de en çok şempanzeye yakınız ve onunla yaklaşık 5 milyon yıl önce ortak bir ataya sahiptik. Tarih boyunca bizim çok daha yakın akraba olduğumuz türler vardı, ancak onların nesilleri en son 35.000 yıl kadar önce tükendi. Sadece 40.000 yıl önce dünya üzerinde birisi bizim türümüz olmak üzere 4 farklı insan türü yaşıyordu. Bu dört türün ortak atası ise yaklaşık 2 milyon yıl önce yaşamıştı.

 

KARADAĞ: Evrim konusunun müfredattan çıkarılmasına itiraz ettiniz. Bize de anlatır mısınız biraz. Evrim İslam’la çatışır mı sizce?

SÖZEN: Biyoloji canlılığın ve canlıların bilimidir. Dünya üzerinde bir canlı günümüzden 3,8 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu ilk canlı bakteri benzer tek hücreli bir prokaryot idi. Günümüzden yaklaşık 2,7 milyar yıl önce ilk ökaryotik hücre, yaklaşık 1,8 milyar yıl önce ilk çok hücreliler oluştu. İlk hayvan diyebileceğimiz süngerlerin ilk ortaya çıkışı 700 milyon yıl kadar öncesine gitmektedir. Yaklaşık 500 milyon yıl önce ilk bitkiler ortaya çıkmış, yaklaşık 450 milyon yıl önce ilk böcekler ve omurgasız hayvanlar karaya geçmeye başlamıştır. İlk karasal dört ayaklı omurgalı hayvanlar ise yaklaşık 360 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu sürecin günümüze kadar ilerlemesi dünya tarihinde nesli tükenmiş ve bugün yaşamakta olan bütün canlı çeşitliliğini oluşturmuştur. Canlılığın ve canlıların bilimi olan biyolojide bütün bu evrim sürecinden hiç bahsetmeden canlılığın ve/veya canlıların herhangi bir özelliğini anlatmak mümkün değildir. Evrim teorisi biyolojinin temelidir, omurgasıdır. Onu çıkardığınız zaman geriye anlatabileceğiniz bir şey kalmaz. Biyolojinin istisnasız hiçbir konusunu evrime vurgular yapmadan anlatamazsınız. Canlılarını sınıflandıramazsınız. Canlılar sınıflandırılırken evrimsel akrabalıklarına göre sınıflandırılır. Örneğin aynı ortak atadan evrimleşmiş, bu yüzden genetik olarak en yakın olan, birbirlerine en çok benzeyen canlılar olan bütün kedi benzeri memelileri Felidae (Kedigiller) ailesi altında sınıflandırırsınız. Bunların içinde örneğin birbirine daha yakın akraba olan küçük kedileri Felis cinsi altında sınırlandırırsınız. Yani canlılar evrimsel süreçlerine göre sınıflandırılır ve yeni bir tür keşfedildiği zaman onu mevcut türlerle karşılaştırır hangileri ile birlikte sınıflandıracağınıza, onun cinsinin, ailesinin, takımının vb. ne olacağına karar verisiniz. İnsanın solunum sisteminden bahsederken akciğerin omurgalılarda ilk defa nasıl evrimleştiğini anlatarak işe başlar, bizim akciğer yapımız ile sürüngen ve kuş akciğeri ile olan benzerlik ve farklılıkları üzerinde durusunuz. Sonra da bunların bazı balıklarda görülen akciğer benzeri yapılar (Akciğerli balıklar adı verilen bir grupta görülür) ve pek çok balıkta görülen yüzme keseleri ile olan bağlantılarından bahsedersiniz. Bütün bunları ayıklayarak biyolojiyi anlatamazsınız. Biyoteknolojinin geliştirilmesi bile evrimsel mekanizmalara dayanır, bakterilerde antibiyotik gelişimi evrimsel mekanizmalara bağlıdır, yeni virüs tiplerinin ortaya çıkması bir evrimsel süreçtir. Daha önce örneğin sadece bazı maymunlarda görülen bir virüs çeşidinin insanda da hastalık yapmaya başlaması evrimin bir sonucudur. Yeni ve daha verimli tohum çeşitlerinin geliştirilmesi tamamen evrimsel süreçlerle, yani yeni genetik özelliklere sahip çeşitler elde edilmesiyle sağlanır. Bütün bunları bir tarafa bırakarak evrim teorisini çıkarıp kalanıyla biyolojiyi işleyebilmek imkânsızdır. Yeni taslağa göre biyoloji dersinin öğrencilere vermesi beklenen hedeflerden birisi açık fikirliliktir. Öğrenci biyoloji öğretmenine canlılar ünitesinde açık fikirli bir şekilde örneğin bütün canlıların genetik kodu niçin ortak. Bir bakteri, bir amip, bir mantar, bir çam ağacı, bir zürafa birbirlerinden bu kadar farklı yapıdayken genetik kodları ve hücrelerinin işleyişleri nasıl bu kadar benzer olabiliyor diye bir soru sorsa öğretmeninin iyi bir evrimsel açıklama haricinde bu soruya cevap vermesi mümkün değildir. Öğrencileri açık fikirli yetiştireceksiniz, peki öğretmenler açık fikirli olmayacak mı? Bu soruyu müfredatta evrim olmadığı için ve öğretmenlerin müfredatın dışına çıkması yasak olduğu için ve cevapsız mı bırakacak? Böyle bir biyoloji eğitimi olamaz.

 

KARADAĞ: Kimi çevrelerin aslında hiç de doğru olmayan bilgilerle evrim karşıtlığı yapmasını neye bağlıyorsunuz?

SÖZEN: Dünya genelindeki evrim karşılığının temeli, ağırlıklı olarak, Hristiyanlık veya Musevilik inancına bunun uymadığı düşüncesidir. Bu yüzden evrim karşıtlığının temeli aslında Hristiyanlık inancındaki karşı koymalardır.  Bizdeki karşı koymaların da genel nedeni bunun İslam inancına da uymadığı iddialarıdır. Ancak ortaya konulan argümanların neredeyse tümü Hristiyanların karşı koyma argümanlarından devşirilmiştir. Çünkü bizim kökenimizde, geleneğimizde, kültürümüzde evrime karşı çıkmak yoktur. İslam’ın altın çağı dediğimiz 9 ile 13. yüzyıllar arasındaki dönemde yaşamış olan birçok Müslüman bilim insanı örneğin Al Cahız, Farabi, İhvan-ı Safa Risaleleri, Ibn-i Miskaveyh, Ibn-i Heysem, Hazini, Mevlana, El Kazvini, Kutubi, İbn-i Haldun, Kınalızade Ali Efendi, Mirza Bidel, Erzurumlu İbrahim Hakkı bugünkü evrim teorisinin açıklamalarına çok benzeyen, hatta büyük ihtimalle Darwin’in evrim teorisini fikrini geliştirmesine yardımcı olan fikirler ortaya koymuşlardır. Bu büyük âlimler bu fikirlerle İslam arasında bir sorun görmemişler ve bu fikirleri asırlarca sürdürerek geliştirmişlerdir. Prof. Dr. Caner Taslaman gibi bazı felsefeciler ve Prof. Dr. İsmail Yakıt gibi bazı ilahiyatçılar da evrim ile İslam’ın çelişmediğini ifade eden pek çok eser ortaya koymuşlardır. Aslında bu açıdan baktığınızda evrim teorisinin İslam’la çelişmesi bir yana bu günkü dünyaya Müslüman bilim insanları tarafından miras bırakılmış en büyük bilimsel bilgi birikimlerinden birisi olduğunu söyleyebiliriz.

 

KARADAĞ: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

SÖZEN: Evim konusu aslında oldukça basit. Evrim teorisinin doğru olduğunu düşünüyorsanız bu konuda yapacağınız ileri seviyedeki bilimsel araştırmalarla buna katkı sağlarsınız, yok eğer yanlış olduğunu düşünüyorsanız bu konuyu herkesten daha iyi siz çalışırsınız ve yanlış olduğunu bilimsel olarak ispatlarsınız. Bu konu hakkında konuşanları izlerken lütfen bu doğrudur diyenler bu konuda ne kadar araştırma yapmış ve bu alanda ne kadar saygın birisi, hayır bu yanlıştır diyenler bu konuda ne kadar araştırma yapmış ve bu alanda ne kadar saygın birisi bir bakın. İslam’ın altın çağında bu alanın dünyadaki öncüleri Müslüman bilim İnsanlarıydı, batı medeniyetinin bundan haberi bile yoktu. Bugün de bu alanda çok iyi olmalı ve insanları biz aydınlatmalıyız. Bana bunları ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum.