Yine geldi çattı Haziran. Şu özel günleri kim özelleştirdiyse hiç iyi yâd etmiyorum sizi bilinsin. Duygularımı boşaltabilmek için özel güne, aya, yıla falan ihtiyacım yok elbette ama topluluk psikolojisinden nasiplenmek gibi kaçınılmaz bir gerçeği de göz ardı edemiyor insan. Çekiyor sizi içine, ister zayıflık, isterse bilinçaltımıza gizlediğimiz yaşanmışlıklar nedenlerinin kışkırtıcılığı diyelim.
Velhasıl sadece Haziran olması yetiyor bana çünkü kendimi bildim bileli Haziran ayında daha hızlı çarpıyor yüreğim, daha çok acıyor kalbim. Üzenine basıldıkça, çok sıklıkla vurgulandığından da olsa gerek, yüreğimin altında mütemadiyen üzerine su serpmeye çalıştığım külle köz ikilisi duramıyor, olmaları gereken yerde. İllaki boğazıma düğümlenecek acılar, illaki o acının dumanı ne yapıp edip bir yerlerden tütecek. Kahretsin, neden bu kadar aciz olur bir insan, bir çocuk!!!
Dünyaya geldiğimiz andan itibaren büyümeye gelişmeye başlarız CANLI olabilmenin en büyük özelliğidir bu aşamalar. Fiziksel ve ruhsal olarak birbirine eşit büyüdüğünde ve olgunlaştığında hem kendine hem çevresine anlam katabilir insan. Fiziki gelişmişliğinin yanında, ruhu cılız kalırsa insanın ona biçilen yaşam yolculuğu boyunca hastalıklı olarak mücadele eder hayatla, yaşamla ve daha fazlası kendiyle. Duygusallık benim ruhumda amansız bir hastalık ve ne tedavisi var bildiğim ne de henüz ruha iyi gelebilecek bir ilacı.
Defalarca ama sahiden de defalarca içimdeki zehri satırlara, sayfalara, kitaplara akıtmama rağmen iyileşemiyor olmak, sanırım eksikliğiyle baş edemediğim hep o duygu yüzünden. Çok fazla kurcalamak soruna çözüm yerine, ağır bir hastalığa sürüklüyor kişiyi sadece.
Yaşamım boyunca aldığım sorumluluklarıma ihanet etmedim hiç, aksine daha fazlasını kendimden vererek eşlik ettim ve kendimi önceliklerimi kendi rızamla öteledim. Artan değil, artık zamanlarda mucizeler peşine düştüm, tökezleyerek de olsa “adına sanırım başarı deniliyor” arşive doküman olarak kaydedilen, kişinin kendi çapıyla ve imkânlarıyla ilgisi mirası da bıraktım diye düşünüyorum. Büyüdüm yıllar içinde, fiziki büyümenin biyolojik mirasıyla olabildiğince standartlara uygun hale gelebildim. Buraya kadar normal şeyler gibi gelen hayat ve görüş doneleri süzüldü satırlara diye düşünüyorum.
Peki, şu içimde ki beşikte hala daha kendi ninnisini söyleyen o küçük bebek ne zaman büyüyecek.
O kendi ninnisini mecali kalmadığı halde söylemeye çalışan o küçük kız çocuğu, eş ya da anne olmasına rağmen, ruhuna bir bıçak gibi saplanan o yaralı yalnız kız çocuğunu ne zaman büyütebilecek.
Ruhunda eksik kalan Babamın bıraktığı boşluk olmasaydı eğer ben dünyayı devirirdim diyebilecek kadar aciz olan o kız çocuğu ne zaman iyileşecek.
Ah Haziran ah; Şimdi seninle karşılıklı dertleşiyoruz ya hani, ah zamanı bir geri çevirebilsek diyorum. Benim babam saçlarımı hiç okşamayan babam, göğsünde bir kez bile beni uyutmayan babam, kendi içine sıkıştırdığı sevgisizlikle bir ömür ziyan eden babam.
Bazen öyle bir hayat hikâyesi dinlersiniz ki vay be dersiniz (!) ne acı şeyler yaşanmış, nasıl dayanmış bunca acıya diye, iç geçirir kendi yaşam donelerinizle kıyaslar ve nihayetinde de halinize şükredersiniz. Sanırım bunu defalarca yaşam evrelerimizde yapmışızdır. Herkesin bir yaşam hikâyesi, hayattan beklentisi, hayalleri, idealleri, öncelikleri farklıdır ve kişiye göre önem arz eder. Bazen çok basit diye nitelendirilen bir yaşanmışlığın altında ezdiği hayatları görürüz, bazen de mücadelesinde engel tanımayanları.
 Yaşadığımızı sandığımız hayatımızın eksiklerini, yüzleşemediğimiz anlarda kalbimizin derinlerine gömeriz ya hani. Sonra onlar kangren olarak içinizden süzülür acı dağının en tepesine gelir ve oturur ya hani (!) yani ruhunuzun zirvesine. Sonra keşkeler, nedenler sebepler gibi sorgulama dönemine gireriz ve sonucu daha en baştan belli olan hayat kırıklıklarının orkestrası çalar müziğini, iş işten geçti çoktan diye…
Bir babanın açtığı boşluğu bir eş bir evlat sanmayın ki doldurur, dolduracaktır. Zayıf ve eksik olduğunuz yerden tokadını atıyor hayat size. Benim babam kendiyle kavgası hiç bitmeyen bir adamdı. Agresif şiddet eğilimlisi, dediği dedik. Sadece kendi doğruları vardı, kendi bakış açısına göre hayatı yaşar sevgi sözcüğünü hiç kullanmazdı. Mutluluk denilen anlamını içselleştiremediğim kelime, bizim evimize ailemize hiç uğramadı, sanırım çelişkilerimin açlığımın belki de en büyük bahanesi olma sebebi bu yüzden. Mutluluktan mutlu olmaktan hep korktuk biz. Her Haziranda Babalar gününe yaklaştığımız her anda yüreğim kanar oluk oluk. Sevgisizlik denilen hastalık, yaş kaç olursa olsun, kendi ninnisini söyleyen bütün çocukları derinden üzer. Saçı bir kez bile okşanmadıysa, göğsünde yatırıp kalp atışları dinlenmediyse, kısacası sevilmediğini hisseden her insan hastalıklı bir çocuktur. Şu özel günleri özelleştirenler hiç iyi yâd etmiyorum sizleri bu böyle biline.