Doğal felaketlere karşı aciz olabiliyor insan evet, fakat sanal felaketlere karşı da çok kolay teslim oluyor. Korkunun yüzsüzlüğünü ellerine geçirenler, iyiliğin canını okuyor ve buna seyirci olmak da hiç kuşkusuz suça ortak ediyor.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırır derlerdi eskiler, vardır bir bildikleri.

Neyse ki bizim konumuz ruh halimiz, karamsarlığımız.

Bizim konumuz acıyla nasıl baş edeceğimiz.

Sanırım ülkece ruh halimiz pek hayra alamet değil son zamanlarda, öyle ki üzerimize biçilen rolün hiç kuşkusuz maskarası oluyoruz… Şirazemizden kaydık ve savruluyoruz kendi boşluğumuzda.

Ne kadar görmezden gelinse ve ne kadar inkâr da edilse kutuplaşmanın âlâsını yaşıyoruz kabul edelim.

Etmeyenler varsa da kendileri bilirler, zira ne buradan öyle gözüküyor, ne de oradan baktığımızda durum değişiyor.  Ayan beyan ülkemizde ürkütücü boyutta kutuplaşma yaşanıyor. Bunun bir kez daha altını çizelim.

 Ve umalım ki bunun önüne tez zamanda geçilsin, aksi halde olası sonuçlarının altından kalkmamız güç olur. Israrla benim dediğim doğru dayatmasıyla ziyan oluyoruz.

Ak ve kara gibi bariz ve net olan her şeyde algı değiştirme telaşı, zaten gergin olan ortamı daha da geriyor. Üst üste yaşadığımız acılar ise, çaresizliğimize acı katmaya devam ediyor.

İnsan ölüden çok dirisine üzülür mü (?) bu nasıl bir ruh hali?

Felaketlerin olanlarına değil de, olacak olanlarına duyduğumuz üzüntü ve endişe, nerdeyse günün acısını unutturuyor. Elbette yaşamakta olduğumuz acıyı üzerimizden çıkartacağız zamanla ama hiçbir ders almadan unutmak gafletine düşmek, yaşamın gerçek yüzüyle günün birinde yeniden karşılaştıracak mutlaka bizi.

Benim doğrum da ısrarcı olanlara gelirsek.

Devlet ve millet ikilisinin ayrılmaz bir bütün olması gerekliliği, siyasetin o sınır tanımayan şişkin ve patlamaya yüz tutmuş egosunun elinde oyuncak oluyor. Kendini devletinden üstün sayanlar sınırı aşıyor.

Halkın bir kısmı seyirci, bir kısmı yandaş, bir kısmı ise henüz kendine bir saf belirleyemeyen kararsızlar üçgeninde sorumluluğundan kaçıyor. Doğruların peşine düşenler ise gördükleri baskılar sonucu şaşkınlıklarıyla gündeme düşüyor.

Doğru haberleri yalanlama girişimlerinin altında yatan neden kaybetme korkusunun ağır basmasından kaynaklı mıdır bilinmez ama bir huzursuzluk baş göstermeye başladı ki, bunu öfke kontrolü konusunda yetersiz olan yöneticilerden anlayabiliyoruz. Karşıt ses duymaya tahammül edemeyecek kadar tedirgin olduklarını gözler önüne sermekten kaçınmıyorlar. Yasaklar ve bir kılıfına uydurularak susturulmak ters tepmez umalım.

Şiddet şiddeti doğurursa ki maazallah aman ha zararı hem bugünümüze hem geleceğimize mâl olur.

Günlerdir konuşmaktan, acının, eksikliğimizin altını çizmekten neredeyse aptallaşan basın yayın organları, gerçeğin üstünü örtme çabası içine giren yöneticilerle köşe kapmaca oynuyor adeta. Yerinde gördüm, gerçekti söylemleriyle var olan durumu açıklamaktan helak oluyorlar.

Yaşadığımız felaketlere mi yanacağız, yoksa akıl almaz beceriksizlikle sürekli hata yapan yönetim kadrolarının saçmalamalarına mı? 

Defalarca yazıldığı çizildiği için ve haber değeri taşıdığı için artık tarih sayfalarına da yüz karası olarak not düşen Kızılay’ımıza mı üzüleceğiz. Yoksa en acı günlerde canını bir lokma iyilik için heba edenlerin gördükleri muamelelere mi?

Bilmem farkında mıyız, biz, bölünmez bir millet, çok güçlü bir devletiz sloganıyla varlık gösterdik tarihler boyunca. Peki, şimdi; yer sarsıntısı değil de değer sarsıntısı yaşıyoruz ve bu enkaza dönüşürse, altından kalkamazsak düşüncesi, hafife alınmayacak ölçüde rahatsız ediyor.

Bütün bunlar oluyorken zaman da su misali akıp gidiyor.

Kimler geldi geçti bu dünyadan, bugünlerde geçecek sözlerinden teselli bulurduk eskiden, şimdi bu günler gelip geçerken neleri beraberinde götürüyor. Tadı tuzu olmayan saatleri, günleri, ayları, hatta yılları gömüyoruz zamana.

Mutlu olmanın bütün şifrelerini kaybettik, kaybettirdiler. Kendinde mutlu olmayı hak görmeyenler çoğalırken,” çünkü duyarsızlık gösteremeyenler onlar” içinden geçtiğimiz korku ve acı dolu süreçleri olağanlaştıranları şaşkınlık içinde izler olduk.

Kim hata yapıyor, hangisi doğru ikilemiyle nasıl sarsılıyor benliğimiz, nasıl ağzımız açık şaşkınlığımıza mukayyet olmaya çalışıyoruz, tahmin bile edemezler çünkü hislerimiz duygularımız aynı güzergâhta değil artık.

İnsanoğlu yeryüzünde ki canlıların en dayanıklısı, en güçlüsü ve en duygu yüklüsüydü. Şimdi duyguları ölgün, kimliğinden sürgün bir halde, varlığının anlamını sorguluyor insanlar. Yaşadıkları coğrafyalarda kaybolmak, yok sayılmak düşüncesinde vazgeçiyor önce kendinden, sonra da elbette geleceğinden.

Oysa ne çok ihtiyaç var sımsıkı sarılmaya kucaklaşmaya, birlik beraberlik içinde tarihe imza atmaya.

Karamsar olmamak için bir bahanesi olanlar ve kendini bilumum sebeplerden mütevellit güvende hissedenler, günün ve zamanın en şanslıları. Peki ya geleceğin, geleceğimizin içinde onlar kim?