Boş gözlerle bakıyorum bilgisayar ekranına…

Elim klavyenin üzerindeki tuşlara bir türlü gitmiyor…

Ne yapsa toplumda karşılık bulamayan fikirlerin, az okunan bir yazarı olarak akıntıya kürek çekeceğim duygusu baskın çıkıyor her seferinde…

Olmayacak duaya defalarca güle oynaya âmin demiş bir düş ehli olarak, bundan sıkıntı duymuyorum kesinlikle…

Ancak, her türlü haltı karıştırdıktan sonra zeytinyağı gibi su üstüne çıkan yüzsüzlerin, bulduğu ilk fırsatta tiranların koluna girip yanında yöresinde görüntü vererek statü kazanmaya çalışan çapsızların, üçkâğıt olduğu en başından belli tezgâhların içinde bile isteye yer aldıktan sonra “Dünyanın en namuslusu” havalarıyla ortalıkta dolaşan densizlerin, “Ne yazsan tın” bakışlı yıvışık suratları aklıma geliyor da canım sıkılıyor…

Tıpkı şimdi olduğu gibi yaşam enerjimin, beynimin ışığının azaldığını düşünüyorum o vakitlerde, hiç hakkım olmadığı halde sözcüklere küsüyorum…

Sonra gazeteye karşı görevlerim geliyor aklıma, “Hiç değilse sayfada yerimi kaplayayım da gazeteyi yapan arkadaşların bir nebze de olsa işini kolaylaştırayım, yazım, bari o işe yarasın” diyerek yeniden geçiyorum ekranın karşısına…

 

MEHMET FUAT’IN ÖZNEL ELEŞTİRİ GÜCÜ

Anımsayan çıkar belki, bir dönem sıkı edebiyat dergilerinde genç şairlerin şiirlerini değerlendiren Mehmet Fuat, “Öznel eleştiri gücü” diye bir kavram atmıştı ortaya…

Genç şairlerden en çok da kendi şiirlerini, başkasının etkisinde kalmadan değerlendirecek güce ulaşmasını ister, bunu başarmadan şair olunamayacağını anlatırdı…

“Başkalarının verdiği iyi örnekleri anlamaya, başarılarının gizini çözmeye çalışın; seçkin örneklerle içli dışı olun, onlarla birlikte yaşayın” diye salık verdirdi…

“Böyle yaparsanız, iyi şiirin nasıl olduğunu bilir, bana kötü örnekler göndermezsiniz” diyerek de son noktayı koyardı.

Size bir sır vereyim, gençlik yıllarında kulağıma küpe olan bu öneriler yüzünden hiç yazınsal metin üretmedim ben…

Ne yapsam okuduğum seçkin örnekleri aşacak ürünler çıkaramıyordum çünkü ortaya…

Üstelik yazı serüvenimi belirleyen bir de paradoksa sahip olmuştum…

Daha iyi yazabilmek için daha çok okuyor, daha iyi metinlere ulaştıkça, onlarla aramdaki mesafe daha da artıyordu…

Okuma hevesim yazı hayatımın başlamadan bitmesine neden olmuştu belki de…

Belki de, “Vermeyince mabut, ne yapsın Mahmut” türünden bir kısırlığın içindeydim de kendime böyle bir kılıf uydurarak rahatlatıyordum içimi…

Her ne kadar ülke ortalamasının biraz üstünde olsa da, okuma notlarından haberdar olduğum kimi bilgi açlarının yanında, okumalarımın lafı bile edilmezdi ayrıca…

 

KEÇİNİN OLMADIĞI YERDEKİ ABDURRAHMAN ÇELEBİ OLMAK

Bunu şunun için yazıyorum…

Halkın Sesi’nde epey zamandır kıymeti kendinden menkul yazılar alıyorum kaleme…

Bu cüreti, kendimi, “Keçinin olmadığı yerdeki Abdurrahman Çelebi” saydığım için buluyorum…

Bu fukara kentin fikri hayatı en az onun kadar fukara olduğu gibi ışıksız da çünkü…

Gazetelerde köşe tutmuş kalem efendilerinin pek çoğunun hiçbiri bir derinliği yok, Türkçeleri ilkokul dördüncü sınıfta ikmale kalacak düzeyde…

Birçoğu tümüyle sırtını yasladığı kudretliye övgüler düzüp, muarızlarını karalamakla gazetecilik yaptığını sanıyor, yaptığı düpedüz tetikçilik aslında…

Yazmaktan okumaya fırsat bulamayan bu düşkünlerin, borsa trendleri, döviz fiyatlarıyla tiranların birbirine yaptığı ziyaretler, çıkan savaşlar dışında dünyada olup biten hiçbir şeyden haberi de yok ayrıca…

Hal böyle olunca gazetecilikle başka şeyler karışıyor, örneğin, falcılık en önemli hüner olarak çıkıyor ortaya…

Herhangi bir gelişmeyi, hiçbir mizana vurmadan, hangi değerlendirmelere vurduğu konusunda ölçüt koymadan önceden tahmin edebilmek, gazetecilik başarısı sayılıyor…

“Ben demiştim” havalarıyla kaleme alınan fiyakalı yazılar kalıyor geriye…

Bunun da kentin düşünsel hayatına en küçük katkısı olmuyor…

Zoruma gidense bu attı mı tutturan gazetecilerin içi boş yazıları benim on mislim okunuyor…

Ondan sonra da soruyoruz: Neden bu kentin üzerine karanlıklar yağıyor?

Mehmet Fuat sağ olsaydı, bu her şeyi kendine hak sayan baba gazetecilere hangi ölçütü salık verirdi acaba?