Bazı felsefecilerce diyalektiğin babası sayılanı antik çağın büyük filozofu Heraklitos, “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözü kadar, “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” aforizmasıyla da ünlüdür. Pek çok düşünce akımını etkileyen feylesofa göre, evrende değişmeyen nesne yoktur. Her şey bir başkasının yıkımı sayesinde meydana gelmekte ve sonra da yok olup gitmektedir. Evrendeki tüm öğeler arasında sürekli bir çatışma vardır. Değişmeyen tek şey de budur. Felsefede “karşıtların birliği” olarak tanımlanan bu evrensel yasallık, ülkemizdeki politik gelişmeler üzerine düşünürken, çok açıklayıcı bir ipucu olarak düştü aklıma… Aynı suda, onlarca kez yıkanacağını sanan aklı evveller, şu günlerde, toplumu bir maceradan diğerine sürüklerken, büyük bedeller ödetiyor çünkü...
 
Bir önceki yazımda “akıl tutulmasından daha çok bir çıldırma hali” yaşadığımızı dile getirmiştim… Öyle de oluyor… Üst üste gelen şok dalgaları aklı melekelerini, sağduyusunu, şuurunu kaybettiriyor insanlara… Kendisi gibi düşünmeyen herkese bir kulp bulup ötekileştirmek, önemli bir marifet sayılıyor. Geçmiş-gelecek ilişkisi koparılıp dün unutulduğundan, yarınlar için ışıltılı bir kurgu da konamıyor ortaya… Büyük bir cerbeze ile söylenen sözlerin, ertesi gün tam aksini yapmak “ilkesizlik” değil de “siyasi manevra” sayılıyor. Aradaki açı farkı, kimseyi rahatsız etmediği için ilkesizlik yayılıyor…  Zaten kavruk olan fikri hayatımız tümden çöle dönüyor böylece… Güzel günler adına yola çıkan bizlere de, yalnızca, “serap görmek” kalıyor…
 
HERKESİ ÖZ KARDEŞİM OLARAK GÖRÜYORUM
İddia ediyorum, bu ülkeyi, en az, “Benden daha fazla kimse sevemez” diyenler kadar seviyorum… Pek çoğu edebiyatını yaparken, bir çakıl taşının kaybolmaması için ömrümü vakfettim gerçekten… Hayatım bunun örnekleriyle dolu zaten… Ağacının, kurdunun, kuşunun, karıncasının hakkını savundum bu ülkenin… Zamanımı ve paramı harcadım bu uğurda… Dilimize sahip çıkmak için kılı kırk yaran bir titizlikle uğraştım; atılmamış bir nokta, yanlış konulmuş bir virgül için kavga ettim insanlarla… Diğer dillere de aynı sevgiyle yaklaşsam da, anadilim Türkçe, ses bayrağım oldu… Anamın ağzından çıkan farklı her sözcüğü, kayıt altına almaya çalıştım. Bir tanesinin bile kaybolmasına gönlüm razı değildi, bir ülke, söz varlığı ne kadar zenginse o kadar güçlüydü çünkü…
 
Türkülerine vurgunum ülkemin, “Bunlar varken başka bir müzik neden dinlenir ki?” diyecek kadar hem de… Karadeniz havaları da, Ege türküleri de, bozlaklar da, klamlar da, ilahiler de aynı huzurla coşturur içimi… Renklerini, kültürünü seviyorum buraların, her tonu, her öğesi çok değerli benim için… Ömrümü geçirdiğim Zonguldak’a da hep aşkla yaklaştım. Tarihini, edebiyatını, sporunu, folklorik zenginliklerini gün yüzüne çıkarmak için bir dolu çalışmaya imza attım arkadaşlarımla birlikte… Sorunlarına çözüm üretmek için yapılan pek çok arayışın içinde yer aldım… Farklı etnik kökenleri zaaf değil de, büyük bir zenginlik olarak görüyorum… Aynı coğrafyayı paylaştığım Kürt’ü de, Rum’u da, Müslüman’ı da, Süryani’yi de öz kardeş olarak görüyorum bu yüzden…
 
ADİL, DEMOKRATİK VE BARIŞÇI ÇÖZÜMDEN YANAYIM
Bunları şunu için yazıyorum, kendilerine aykırı gelen fikirlerimden dolayı, tartışmak yerine, yaftalamaya çalışan pek çok fikir fukarası dolaşıyor ortalıkta… Atadan, dededen kalma ezber cümlelerle toplumun en geri duygularına seslenerek tarizlerde bulunan bu zevat, daha da ileri gidiyor, hedef gösterecek kadar şuursuz işler yapıyorlar… Bundan korkacak halimiz yok elbette… Ülkem için duyduğum kaygı, canımdan daha aziz çünkü… Malum Kürt meselesinin çözümünde adil, demokratik ve barışçı çözümden yana oldum her zaman… Akan kardeşkanının durması için açık tutum aldım. Silahla, şiddetle başım hiç olmadığı için, aklı başında her insan gibi, PKK’nin kör şiddetine karşı çıktım… Bombalı tuzakların insanlık dışı olduğunu, bulduğum her fırsatta dile getirdim…
 
Bunları yaparken, sözü olan herkesin de dinlenmesi gerektiğini söyledim. Birbirimizle konuşmaktan başka çaremiz yok çünkü… Milletvekillerinin tutuklanmasına tüm vicdanımla karşı çıktım bu yüzden. Geçmişte bu yollar fazlasıyla denenmişti ayrıca… Bir düşünelim lütfen, 1990’ların “Beyaz Toroslu” günlerinde yapılmadık operasyon mu kaldı Güneydoğu’da? Yüzlerce faili meçhul cinayet işlendi, milletvekilleri tutuklanıp, partiler kapatıldı. Her defasında daha çok oy alan diğeri kuruldu yerine…  Meclis’in 3. partisi oldular sonunda… Şehirler, dağlar bombalandı, ormanlar yakıldı, on binlerce insan öldürüldü bu uğurda. Sorun çözülemediği gibi, uluslararası boyut da kazanarak katmerlendi… Şimdi yine “idam”, yine “parti kapatılsın” sesleri yükseliyor aynı cenahtan… Büyük bilgenin “Aynı derede iki kere yıkanılmaz” sözü, bin yıllar öncesinden, nasıl da yol gösteriyor…