Yusuf Çebi’yi kaybettik… Bu kentin en bilge, en mukallit, en eski zamanlarına tanık ulu çınarını uğurladık sonsuzluğa… Her şeyin maddileşip, beyinlerin bulamaca dönüştürüldüğü cinnet ortamında, hayata bilgece bakmayı beceren bir üst akıldan yoksun artık Zonguldak… Topraktan öğrenip kitaptan öğrenen bir halk filozofu, en müşkül zamanlarda bile insandan yana ışıltılı çözümler bulan sağduyunun timsaliydi… Varlığıyla hep huzur verdi insanlara,  uzun ömründe, hep güldürdü yüzlerini… İlk kez hepimizi birden üzerek, yıldızlara aktı gitti… Onu 2011 yılında yaptığımız söyleşi sonrasında kaleme aldığım “Bir mukallidin anıları” başlıklı yazıyla uğurluyorum… O yazıda epey anlatmışım Yusuf amcayı çünkü… Güle güle ulu bilgesi kentimin… Işıklar içinde uyu…

 

ÇOK GÜLDÜK O AKŞAM, UZUN UZUN DA DÜŞÜNDÜK

ZOKEV’in düzenlediği “Kent Söyleşileri” dizisinin bu ayki konuğu Yusuf Çebi’ydi. TMMOB Maden Mühendisleri Odası lokalinde 14 Ocak 2011’de yaptığımız söyleşi, konuşmacının “mukallit” kişiliği sayesinde şen kahkahaların atıldığı keyifli bir şenliğe dönüştü. Nüktedanlığının yanına 85 yaşın bilgeliğini de ekleyen Yusuf Çebi, yaşamından kesitleri çoğu zaman kendisiyle bile dalga geçmekten çekinmeyen bir ironiyle anlatınca değme şovmene taş çıkartacak bir performans çıkardı ortaya. Çok güldük o akşam, uzun uzun da düşündük... Bir buçuk saatlik sürede, bir kentin bir halden başka bir hale evrilişinin ayak izlerinde uzun bir yolculuğa çıktık... Politik Ahmet’ten, Komünist Ruşen’e; Kadı Murat’tan EKİ’nin üst düzey yöneticilerine kadar her biri artık hatıralarda yaşayan pek çok insan da eşlik etti bize...

 

VARLIKLARIYLA KENTE DEĞER KATTILAR

Hiç tartışmasız olarak söylüyorum ki gizli kahramanları var bu kentin. Ne resmi tarih kitaplarına adı yazılı onların, ne de “sayın bilmem kim” diye bir not düşülmüş belgelerden birine... Mütevazı bir hayatı yaşayıp varlıklarıyla değer kattılar kente... Birçok var elbette ama hem tanıdığım hem de ilk anda aklıma geldiği için yazıyorum ki, Ruşen Yaraş bunlardan biri örneğin, Ertan Güney de, Doğan Şadıllıoğlu da öyle... Polis zabıtlarıyla “karşı tarih yazıları” dışında hiçbir yerde adı geçmeyen Hüsamettin Güven anılmadan, 60’lı yılların ortasından 70’li yılların ikinci yarısına kadar geçen zaman dilimindeki siyasal yaşamı konuşmak da, anlamak da mümkün değil bence... Bin yıl yaşayası Temel Kalaycı, Abdulvahap Durmuş Merkez Atölyelerini “adam yapan fabrika”ya çeviren efsane ustalar olarak yaşıyorlar hala kentimizde... O akşam tanık olduk ki Yusuf Çebi de böylesi değerlerden biri de, haberi yok bu kentin...

 

OĞLU KEMAL’LE HARARETLİ TARTIŞMALAR YAPARDIK

Aslında Çebilerle çokeskiye dayanan bir hukukum olmasına karşın Yusuf Çebi ile bugüne kadar hiç sohbetim olmadı nedense... Küçük oğlu Kemal ile 70’li yılların ikinci yarısından beri arkadaşlığım var mesela. Ben kuzeni Ayşe gibi İGD’liydim, o ise yanlış anımsamıyorsam Halkın Yolu’ndan... Birbiriyle çok kavga eden iki zıt siyasettendik ama iyi geçinirdik yine de. 467 Evler’de oturuyorlardı, bense hemen aşağısındaki Turan Sokak’ta. 70’li yılların sonundaki o zehirden günlerde daha güvenlikli olduğu için çarşı içindeki kısa yoldan geçmek yerine, 467 Evler’den dolaşmayı tercih ederdim evime. Kemal’le pek çok kez yürüdüğümüz o yolda çok hararetli tartışmalar yaptık. Bıyığı bile terlememiş çocuklardık ama gözümüz sonuna kadar açıktı dünyaya... Diğer oğlu Mehmet Çebi ileyse ZOKEV’in kuruluş sürecinde çok emek harcadık birlikte. Daha sonra Kozlu’da 10 yılı aşkın bir iş arkadaşlığımız oldu. Yeri gelmişken bir hakkı teslim etmek isterim. ZOKEV bugün bir kurum olarak ayaktaysa Mehmet Çebi’nin çok değerli çabalarının yüzü suyu hürmetinedir... Hiç abartısız yüzlerce üye kazandırdı vakfa, tabana yayılıp köklenmesinde büyük rol oynadı, her türlü gösterişten uzak büyük bir alçakgönüllülükle yaptı bunları hem de...

 

O GÜN BİR HAYAT DERSİ VERDİ BİZE

Yusuf Çebi’ninancak feylesoflarda görülebilecek bir fikri açıklıkla anlattıkları, dinlemesini bilene, her biri içinde bir başka mesel taşıyan hayat dersi gibiydi adeta. 12 Eylül döneminde rütbeli bir subayla konuşuyormuş örneğin. Politikacıların seslerini kesip, memlekette sükûnu sağlamakla övünüyormuş subay. Sessizce dinledikten sonra bir “kurbağa taşlama” hikâyesi anlatmış. “Biz”demiş, “köprüden geçerken suya bir taş atar, durmadan öten kurbağaların sesini bir anda keserdik. Suyun üstünde taşı yiyip de ölmüş gibi duran bir öncü kurbağa çaktırmadan bizi takip eder, geçişimizi beklerdi. Biz gözden kaybolunca arkadaşlarına haber verir, kurbağalar kaldığı yerden vıraklamaya devam ederdi. Sizinki de o hesap. Hele azıcık ortalık durulsun, ilk seçim sırasında görürüsünüz siz sessizliği...” Toplumsal yaşamın gelgitleri, dönemsel zaferlerin insanlığın o uzun yürüyüşündeki geçiciliği başka nasıl anlatılabilirdi ki?

 

RÜŞVETİ HİÇ TANIMAYAN BİR KUŞAĞIN TEMSİLCİ

Bir “dudak boyama” hikâyesi var ki, bir yandan gözlerimiz yaşarıncaya kadar güldürürken, diğer yandan da ülkenin sosyal dönüşüm sürecindeki sancıları inanılmaz güzellikte anlatıyor. Arkadaşı Mahmut Yalçınkaya ile birlikte okumaya gitmişler şehre. Kimi kadınların dudaklarının boyalı olduğunu görünce anlam verememişler ilkin. “Şehirli” olmanın gereklerinden biri olarak düşünmüşler ve ellerine geçirdikleri bir kalemle onlar da boyamışlar dudaklarını. Böylece “köylülükten” kurtulacaklarmış akılları sıra... Karşılaştıkları ilk öğretmenden zılgıtı yiyince akıllarına başlarına gelmiş ama hiç unutamayacakları bir anı olarak da kazınmış belleklerine... Kendi kuşağının temizliğine, naifliğine sonuna kadar inanan bir temiz yürek Yusuf Çebi. Şimdikigençleri hiç anlayamadığını söylüyor bu yüzden. “Bizim kuşak rüşveti tanımdan emekli oldu. Lügatimizde böyle bir sözcük yoktu. Bizim zamanımızda bir öğretmen, kendi öğrencisine para ile ders vermeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Parası mı çoktu? Yoktu, ama onuru vardı.”dedi o günkü söyleşisinde. Ve bu bağlamdaki en açıklayıcı sözü de en sonuna çıkardı ağzından: “Sermayenin, paranın dini, imanı, milliyeti olmaz.”

 

BİR GÖNÜL İNSANIYDI DA AYNI ZAMANDA

Bir köşe yazısına sığdırmak için orasından burasından kırpa kırpa anlatmaya çalıştım Yusuf Çebi’yi. Bilge, feylesof kişiliğine bir parça olsun gönderme yapmaya çalıştım. Ama “gönül insanı” yanına değinmezsem hepten eksik anlatıp, kuşa çevirmiş olacağım ulu bir çınarı. Söyleşisinin bir yerinde, “Sevgisiz insan kurumuş ağaca benzer,  ömrü de kısa olur. Ben uzun zaman böylesine sağlıklı yaşamamı hayatı, insanları sevmeme bağlıyım. Sevgi ile ayakta duruyorum” diyecek kadar yüce bir gönül o aynı zamanda... Yaşamla sevgi arasında doğrudan ilişki kurmayı becerebilen insanlar güzelliğin penceresinden bakarlar hep hayata, her şeyi de “güzel” görürüler... Bu niteliklere sahip olmak da her kula nasip olmaz... O yüzden artık nesli tükenmekte olan o soy insana, “O pırıl pırıl belleğinle binlerce yaşa” diyorum coşkuyla... Yaşa ki, Zonguldak sevdasını politik ya da maddi çıkara tahvil eden haramzadeler, gerçek sevdalı yüreğin nasıl çarptığını görüp utansınlar bir parça... Hoş onların bir gözleri vardı görmez, kulakları vardır duymaz ya, neyse...