1. 12 Mart darbesinde küçücük bir çocuktum. Televizyonun ne olduğunu bilmediğimiz gibi, henüz radyo da girmemişti evimize… Akşamları işten dönen babamın anneme hararetle anlattıklarından bir şeyler anlamaya çalışsam da henüz “örfi idare”, “inkılap”, gibi kavramlar çok uzaktı bana. Babam, kısık sesle kurduğu cümlelerde birilerinin asılacağından söz ediyordu, demek ki kötü şeyler oluyordu ülkede… Nitekim sonrası geldi, Denizler asıldı.
 
2. 12 Eylül günü sabah namazına giden babamın, “Kalkın inkılap oldu” bağrışıyla yataklardan fırladığımda, yaşım kemale ermiş, dünyada olan bitenleri izleyecek kadar siyasetin içine girmişim… Uyku mahmurluğunu atlatır atlatmaz olan biteni anlamaya çalıştım… Günlerdir konuştuğumuz kötü olasılık gerçekleşmiş, gece yarısından sonra harekata başlayan ordu tüm siyasetçileri evlerinden toplamış, olası direnişin tüm dinamiklerini enterne etmişti. Her sokak başına dizilen asker yüzünden değil sokağa çıkmak, camdan bile başımızı uzatamıyorduk… Haberleşmek mümkün değildi. Yalnızca TRT vardı, oradan da Hasan Mutlucan türküleriyle sıkıyönetim bildirileri yükseliyordu yalnızca…
 
3. Çok planlı çalışmaydı. İki, üç günde toplumsal muhalefetin tüm unsurları, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri, aydınlar, toplumun kanaat önderlerinin yanı sıra, siyasete bir şekilde bulaşmış herkes ya gözaltına alınmış ya da ifade vermek üzere sıkıyönetim komutanlıklarına çağrılmıştı. Sendikalar, dernekler, vakıflar, meslek örgütleri ya kapatılmış ya da faaliyetleri durdurulmuştu. Salkım saçak dolan cezaevleri işkence evlerine dönüştürüldü hızla… Gözaltına alınanların can güvenliği olmadığı gibi, haber almak bile mümkün değildi çoğu zaman… Ortalığa büyük ürkü salınmıştı… Polis takibine uğradığı düşünülen insanlardan vebalı gibi kaçılıyordu…
 
4. Sonuçları ağır oldu 12 Eylül’ün… Toplumun dokusu bozuldu. Her türlü hak arayışını terörizmle eşit sayan anlayışlar, genetik kotlarımıza işlendi zamanla. Toplumsal yapı güvenlikçi yaklaşımlarla yeniden dizayn edilirken, Türkçü-İslamcı anlayışlarla inşa edilmiş yeni bir toplum çıktı ortaya. Önü açılan vahşi kapitalist politikalar insanı insanın kurdu haline getirdi. Evladın babasına güvenmediği garabet, doğanın temel yasası, toplumsal ilerlemenin anahtarıymış gibi sunuldu daha sonra.
 
5. 2012 yılından bu yana kesintisiz olarak iktidarı elinde tutan AKP hükümetleri, bu dönemde oluşturulan resmi ideolojiye zıt birçok uygulamayı geçirdi hayata… Ancak 12 Eylül ürünü pek çok kurum toplumsal yapıdaki işlevini aynı şekilde korudu; söylemi ve hedefleri değişti yalnızca… Süreç içinde rejim daha da otoriterleşti. Muhalif kesimler hızla ötekileştirilerek tek adam diktası oluştu. Toplumsal kamplaşma hat safhaya ulaştı zaman içinde.
 
6. 15 Temmuz darbesi tam da bu ortamda yapıldı. Öncekilere göre son derece hazırlıksız ve acemice yapıldığı anlaşılan kalkışmanın, toplumsal desteği yoktu. Nitekim siyasal partilerden, medya içinden, sosyal çevrelerden hiçbiri darbeye destek vermedi. Sevinerek yazıyorum ki, en başından itibaren herkes açık şekilde karşı çıkarken, sosyal medyada birkaç şuursuzun dışında hiç kimse darbecilere yüz vermedi. Tanklardaki askerlerin sivil halkça teslim alınmasından da anlaşılıyordu ki, örgütlenmesi de iyi yapılmamıştı. Cuntacıların acımasızlıklarından başka hiçbir şeyi yoktu.
 
7. Darbenin ne toplumsal desteği, ne de psikolojik atmosferi oluşmuştu… Anlaşılan o ki, plana dahil olan kimi güçler, sonradan çark ederek darbecileri yalnız bırakmıştı da. Dostlarımla yaptığım telefon görüşmelerinde, ne olup bittiğini anlamamışken bile, ortaklaştığımız tek konu, ertesi gün Erdoğan’ın demokrasi olarak ortaya çıkacağıydı. İlk saatlerde dile getirdiğimiz bu görüş, aynen hayata geçti.
 
8. Erdoğan’ın halka yaptığı sokağa çıkma çağrısı son derece riskliydi. Şayet darbenin komuta konseyi kalkışmaya katılan askerleri, yaptıkları işe inandırmış olsaydı, çok daha büyük kayıplar verilebilirdi. Sokaklardaki sayıların askerlerden halka yönelik bir saldırı olmadığının anlaşılmasından sonra artması, bu riski azaltan unsurlardan biri oldu. 91’de Rusya’da darbe girişimine karşı tankın üstüne çıkanların en başında Yeltsin’in olduğu düşünülürse, kendisi ortalıkta görünmezken, halka “Sokağa çıkın” çağrısı yapması yapmak büyük bir çelişkiydi de ayrıca.
 
9. Alelacele yaptığımız değerlendirmelerden biri de, ülkedeki otoriterleşme eğilimiyle tek adam diktasının daha da derinleşeceği yönündeydi. Nitekim öyle oldu. Fırsatı kaçırmayan Erdoğan rejimi, kalkışmaya katılan asker sayısından daha çok savcı ve hakimi gözaltına aldı. Henüz darbe girişimi sonlanmadan yargıda gözaltına alınacaklar listesinin yayımlanması, rejimin fırsatı ganimete çevirdiği anlamına geliyordu.
 
10. Daha büyük toplumsal sonuçlar doğuran 12 Eylül cuntası bir tane mermi patlatmadan ülkede denetimi ele geçirmişti. Oysa 6 saatlik kalkışmada yüzlerce insanın ölmesi, meclisin bombalanması, cinnet halindeki kimi cuntacıların halkın üzerine “Tankları sürün” emrini vermesi ve çok az noktada olsa bunun hayata geçmesi, darbecilerin, insanlık dışı yüzünü ortaya koyuyordu. Bu durum, darbe denen edimin, hangi yüce amaç için olursa olsun nasıl bir alçaklık olduğunu bir kez daha anlatıyordu ayrıca…
 
11. Öte yandan askeri darbe girişiminin, camilerden okunan ve halk üzerinde daha ağır bir diktatörlüğe varacak olan cihat çağrıları ile bastırılmaya kalkması, kimi göstericilerin silahlı bıçaklı şiddet eylemleri içinde yer alması ülkedeki demokrasi güçlerini çok daha zor günlerin beklediği anlamına geliyordu. Sonuç olarak, “Ne şeriat ne darbe, ne tek adam diktası ne cunta” diyen ve zaten son derece azınlıkta olan bizlerin “Demokratik Türkiye” talebi etrafında güç birliği oluşturmamızın zorunluluğu tüm berraklığıyla ortaya çıktı.