Günlerdir vardı, yoktu, gelmedi, gitmedi derken geride kanlı göz yaşları, umutsuz bekleyişler ve dağ büyüklüğünde enkaza düşen acılar kaldı. Demiştik, olacaktı, biliyorduk, uyarmıştık demelerden de geriye unutmalar, unutulmalar kalacak.

Ne hikmetse huyumuz, suyumuz bir türlü değişmiyor; çabuk parlayıp çabuk sönüyoruz. Afeti yaşarken durumdan pay kapmak isteyenler olduğu kadar, göze girmek, gözden düşürmek derdinde olanlar da var. Biliyoruz. Görmüyor, duymuyor sandıklarımızın bir çoğu görüyor ve duyuyor olduğu hâlde öyle görünmek istiyor ki beklentisine zarar gelmesin. Mış gibi yapanlar marifetli, yanlışı alkışlayanlar dost, bildiğini konuşmayan vefalı sayılıyor; ta ki teker patlayıncaya, ipi çekilip uçurumdan düşünceye kadar. Sonrasında da etrafa saçılan itiraf boncuklarını toplamak tarihin akışına bırakılıyor. Hayatın atar damarında değerler ölüyor, erdem sürünmekte,  güven iki büklüm olmuş kimin umrunda; nasılsa diken onun ayağına batmamış.

"Acılar sınavımız, kaderden kaçılmaz" diye diye dereler ırmak, ırmaklar deniz oluyor. Burnumuzun dibindeki ateşi söndürmek için yanıbaşımızdaki suya uzanacakken uzaktaki denizin yoluna düşüyor, geç kalıyoruz. Bu geç kalışlar hırsızı, yolsuzuna fırsat doğuruyor olması da ayrı bir acı. Sahi, biz ne zaman adaletle, hak, hukukla güne uyanacağız. Her güzel şeye bu kadar sevinmemiz neden; olması gerekirken.

Sular duruldukça acı gerçekler ortaya çıkacaktır elbet. Güneş balçıkla sıvanmaz misali yüzdeki maskeler düşecektir.

Doğru söyleyen dokuz köyden kovulsa da onuncu köy hepsinin hoş geldinine bedel olacaktır; doğrunun gücüne inancım tam.