Bir kere yazmaya başlamışsanız amansız bir virüse bulaşmışsınız demektir geçmiş olsun. İnce bir hastalığa yakalanmışçasına tedaviden yoksunsunuz, yazma hastalığı netice itibariyle. Bu bir kitap olabilir, bir makale, bir şiir, beste güfte her neyse işte, sonuç olarak yazmak, amansız bir hastalıkmış.
Eliniz mahkûm gördüğünüzü bildiğinizi satırlara dökmeye. Birazda hakkaniyet yanınız, insanlık terazisine meyil etmişse,  devam gözünüzün içine içine giren dikenleri kesmeye!
Bal yapan arı misali,  damla damla çoğalan emeğinizin şifası da deva olacak nasiplenmesini bilene. Tıpkı bizimde nasiplendiğimiz yazarlar çizerler olduğu gibi… Her harf, dizgisine göre iz bırakır okurunda. Yazdım bitti, okudum gitti diye kaytarmacı bir vurdumduymazlılığı olamaz bu işin çünkü arşive düşüyor ne yazarsanız ve kalıcı oluyor. İyi tahlil etmek gerekiyor her bir satırı, büyüteçle bekleyenler var zira hem de burnunuzun dibinde.
Her çiçeğin balı ilaç olmaz, zehir içmek de var işin ucunda, eğer yazmaya niyet etmişsen, yeri gelecek zehirde içeceksin, öyle diyor ustalar.
Gözün kör, kulağın sağır olmayacak mesela, kayırmayacaksın yaşanmışların mahremiyetini, hele örnek niteliğindeyse, kulağa küpe olması gerekliyse cesaretini yükleneceksin sırtına.
 İnsan, olarak bakabildiğin sürece meseleye, aslında paylaşmak tecrübe babında gerekli bence de.
Yaşadığımız coğrafyada, sosyo kültürel yaşamın izdüşümlerinin, üzerimize biçilen kostümlerinde şekilleniyor kimliklerimiz, ne gördüyse onu öğreniyor insanoğlu, bu benim doğruluğu şaşmayacak olan en temel tespitimdir. Bu kültür mozaiğinin katmanlarında ya boğulacaksın susarak, ya da yanacaksın konuşarak, öyle diyor yine ustalar.
Çünkü durum vahim, çünkü durum görüş mesafesinden bakıldığında, dönüyor dolaşıyor kadının materyalleştirilmesine geliyor. Yaşları kaç olursa olsun, kadın üzerinden dönüyor sanki sistem.
Biz bu ülkede, yıllarca çocuk gelinlerin dramlarıyla yandık, cayır cayır. Elimizden hiçbir şey gelmedi, okuduk ağladık, gördük ağladık, sustuk kahrolduk ama çocuk gelinleri kurtaramadık. Yöresel bir töreydi kimilerine göre, kimilerine göre ise başlık parasına meyilli bir nevi ticaret.
Sonuç itibarıyla ise materyalleştirilen kadının çocuk kurbanlarıydı onlar. Halen daha kurbanlıkları devam ediyor ne yazık ki. Yalnızca bizim kültürümüzde değil, dünya üzerinde yaşamın var olduğu her yerde.
Sadece çocuklar değil, yetişkin olarak sınıflandırılan kadınlar içinde aynı şeyler geçerli, kaderin kurban ettiklerinin yanı sıra, birde gönüllü, meyilli olanlarının çokluğu, arsızlığı çarpıyor göze, değiyor kulağa.
Aile kavramının bir yandan içi boşaltılırken, diğer yandan içine çok şey sığdırıveriyor akıllı geçinen Âdemoğulları. Hele, paran, pulun, beşeri ilişkilerle pekiştirdiğin gücün yerindeyse, değmeyin böylelerinin keyfine.
Aile çatısının içine hapsettikleri ve asıl kadın olarak tanımladıkları, ar namus adına ahkâm kesmekten geri durmayanların, modern cariye kapatmalarına uydurdukları kılıfı, anadan üryan soyup atmak istiyorum nedense. Bunu bir kadın olarak hazmedemiyorum, duygusallığımız dediğimiz şey gözümün körleştiği en karanlık nokta, bunu da çok iyi kullanıyor karşı taraf.
Her halükarda, zihin merkezine oturtulduğuna inandırılan da,  gelip geçici heves olarak kullanıldıktan sonra,  bir paçavra gibi atılan da kadın, mesele derin, mevzu içler acısı.
Anadolu da eski zamanlarda gelinler allı pullu atın üstüne bindirilir, davul zurnayla giderdi koca evine. “Ölümüne kadar orada, kocanın evindesin” diye eklenirdi büyüklerince. İşte eşeklerin üstündeki çakma gelinleri görmezden gelmenin ilk öğüdüdür bu, yaptırım niteliğindeki emrivakiler. ”ölümüne kadar.”
Dedim ya kültürel öğretilerin izdüşümlerinde oluşuyor algılar. Bu düğün konvoylarının en göze çarpan özelliği, at bütün ihtişamıyla en önde, eşekler hep onun peşinden gidermiş.  Atın üstünde sadece gelin otururmuş, has gelin.
Günümüzde birçok aile yapısında da bu değişmedi aslına bakarsanız, has gelin yani Âdemoğlunun namus olarak gördüğü kadın, evinin direği, çocuklarının anası olan kadın, yine oturuyor atın üstünde atın olmadığı yerde ise, başköşe de hem de.
“Birde, görmedim, duymadım, bilmiyorum gibi klişe sözleri ezberlediyse, yerinden olmamak adına, sorunsuz bir has gelin olarak sağlamlaştırıyor daha da çok başköşesini…”
Ardı sıra gelen eşekleri ya görmüyor, ya da eşeğin üstünde oturanlarla ilgilenmiyor, ya da sindirildiği korkutulduğu için sesini çıkartamıyor. Hepsi olabilirliği kuvvetli ihtimaller. Peki, eşeğin üstünde oturmayı tercih edenler, üstelik kaçıncı yolcu olduklarını görmezden gelenler, o eşeklerin üstünden bir bir düştüklerinde, birbirlerini sahiden de anlayabiliyorlar mıdır? Birde aynı ahırın eşeğine binmişlerse…
Atasözümüzde olduğu gibi “beni eşekten düşen anlar sadece” sözünü sahiden de anlayabiliyorlar mıdır? Hemcinslerini ve yahut kendilerini onlarca kişi içinde, sahiden de has kadın mı zannediyorlardır?  Ve yahut has kadını yerinden ettiklerini mi?
Peki, eşek konvoyunu çoğaltan Âdemoğulları erkeklikleriyle övünürken hiç mi utanmıyorlardır has kadınlarından,  has tuttukları kadınlarından. Sanmıyorum, eğer öyle olsaydı, bu kadar ayağa düşmezdi adamlık ve bu kadar acımasızca materyalleştirilmezdi kadınlık.
Peki ya bu sınıfı çoğaltan kalabalıklaştıran kadınlar, sosyal statüyü, sınıf atlamayı, daha iyi yaşamak, arzu ettiğine daha kolay ve çabuk ulaşmak için onurunu yere düşüren kadınlar.
Ne yaman çelişki ne içinden çıkılmaz bir hal içindeyim. Çocuk gelinlere mi yanayım, eşeğin üstünden hiç inmeyeceğini düşünenlerin, bir bir yere düşmelerine mi yanayım. Galiba ikincisi çok daha vahim, zira onlar çocuklar gibi savunmasız değiller, akılları başlarında olanlar! Çakma adamların, çakma gelincikleri olmak en kolay yol. Bir, iki, üç, gerisini siz sayın, bu kadar çakma adamın olduğu yerde daha çok eşekten düşer bizimkiler. Atların üstünde her daim yeri sabit zaten has kadınlar var!!!
Ölümüne de olsa…