Her 4 Ocak’ta en delikanlı günlerini anımsarım ömrümün… Her yıl da duyumsadıklarım daha farklı olur… Bu yıl o günleri düşünürken “Hey gidi kambur felek, hey gidi kahpe devran hey” demek geldi içimden…
Grev önlüğünü üzerime giydiğimde henüz yirmi beş yaşındaydım, hayatımın çakı gibi günlerindeydim yani…
Bugünkünden çok daha umutluydu ülke… Küllerinden doğan toplumsal muhalefet 12 Eylül’ün üzerindeki pasını atmış, özgür, demokratik ülke için verilen mücadeleye ivme kazandırmıştı iyice…
Üyesi olduğum Genel Maden İşçileri Sendikasında Mehmet Tezer istifa etmiş, Şemsi Denizer yeni başkanımız olmuştu…
Muhalefetin başını çeken, bizim de içinde olduğumuz Merkez Servisleri Şubesi, itibarı en yüksek şubelerden biri haline gelmişti sendikada…
İlkin birkaç birimde az sayıda insanla kurduğumuz sendikal komiteler, tüm havzaya yayılmış, büyük bir güce dönüşmüştü...
Murat Aksoy’un başkanı olduğu komitede, sınıf mücadelesini daha ilerilere taşımanın yollarını tartışıyorduk hararetle…
Her birimizin bir başka solculuk hastalığından mustarip olduğu o komitelerde, onca zaman ne konuşur, o sabrı nasıl gösterirdik, hayret ediyorum şimdi…
Toplu sözleşme görüşmeleri uzadıkça, iş yerlerindeki huzursuzluk da, bizim hazırlıklarımız da artıyordu…
Cumhurbaşkanı Özal tolu sözleşme masasındaki işveren temsilcisi gibi davranıyor, her yerde yaptığı ileri geri konuşmalarla ortamı kızıştırıyordu…
Bir önceki toplu sözleşme doğru düzün bir kazanım elde etmeden Mehmet Tezer tarafından gece yarısı atılan imza ile sonuçlandırılmıştı, bu yüzden kuşku doluydu içimiz…
Denizer de nabzı iyi tutuyordu doğrusu… Özal’la sık sık polemiğe girip tansiyonu yükselterek madencileri mücadeleye hazırlıyordu… Yasaların tanıdığı hiçbir ek süreyi kullanmadan grev tarihini açıklaması bizleri de bilemişti iyice…
30 Kasım günü greve çıktığımızda öfkenin de, kararlılığın da doruklarındaydık… Her gün on binlerce ağızla çınlattık Zonguldak sokaklarını, “Taslaktan taviz yok” sloganı, önce “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı” olmuş, “91, 4 Ocak hesap günü olacak” şekline dönüşmüştü daha sonra…
Ve nihayet o gün de gelmiş “Bir kara, iki kara, üç kara geliyoruz Ankara” diyerek çıkmıştık yola…
Ocağa gider gibi ellerimizde azık torbasıyla yola dizildiğimizde yüz bin kişiydik… Dünya soluğunu tutmuş, bizi izliyordu… Bizse dev adımlarla bir dönemi kapatıyorduk aslında… Beş kıtada yankı bulan sesimiz 12 Eylül’cü anlayışlara en ağır darbeyi vurmuş, Özallı yıllara da son vermişti…
Toplumsal dayanışmanın en güzel örneklerini ortaya koyan Zonguldak’sa umudun kenti olarak çıkmıştı ortaya…
 
4 OCAK, KENTİ NASIL AYAĞA DİKECEĞİMİZİN DERSLERİNİ VERİYOR
Aradan tam 26 yıl geçti, o zamanki işçiden de, sendikadan da, Zonguldaklılık ruhundan da eser yok ne yazık ki…
Birliğimizi, bütünlüğümüzü, muhalif kimliğimizi, başkaldırı cesaretini yitirdik ayrıca…
Bundan dolayı da ne dediysek de tersi oldu zaman içinde…
O gün, “Bizimdir kapatılamaz” diye hançerimizi yırttığımız ocaklar bir bir kapandı…
Yatırım yapılmadığı gibi, daha az işçi çalışan ocaklarda, daha çok can verdik...
Havza küçüldükçe küçüldü, tarihinin en az işçi sayısıyla en düşük üretimi yapar hale eldi zaman içinde…
Üçe bölünen Zonguldak siyaseten de etkisizleştirildi. En temel hizmetlerden bile uzak bırakılarak cezalandırıldı adeta…
Göç kaderi oldu kentin, İstanbul’da, Ankara’da, Balıkesir’de, Bursa’da Zonguldak kolonileri, mahalleleri çıktı ortaya…
Kömür üreten kent, kömür tüketen kent oldu hızla… Hayatlarımız dünyanın dört bir yanından dev gemilerle getirilen milyonlarca ton kömürü yakan termik santrallerin isine teslim edildi…
Havamız, suyumuz, denizimiz kirletildi vahşice; ormanlarımız yok edildi…
Sözün kısası ölümlerden ölüm beğen dendi kente…
Kendine reva görülen zulmü kemali afiyetle içine sinidiren kent, en küçük bir karşı çıkış bile koyamadı ortaya…
Kentsel reflekslerini, yarın umudunu, ruhunu yitirdi çünkü…
4 Ocak bu zillete nasıl karşı duracağımızın dersleriyle dolu aslında… Aynı duyguda birleşen kentin isyan ateşlerini yaktığında neleri başarabileceğinin örneklerini veriyor…
Yalnızca edebiyatı yapılıyor ne yazık ki bugün, direnmek, karşı çıkmak, mücadele etmek yerine iyi geçinerek ulufe kapma anlayışı her şeye egemen oluyor….
Sonuçta da böyle bir kent ortaya çıkıyor…
Hey gidi günler, hey gidi kahpe devran hey…