Halkoylaması bitti, ama memleket olağan gündemine dönemedi bir türlü… Böyle giderse döneceği de yok, seçimlerin üzerindeki gölgenin ortadan kalkması mümkün gibi görünmüyor çünkü… Yüksek Seçim Kurulunun aldığı karar o kadar açık biçimde yasaya aykırı ki, sandıklar en küçük hile olmadan sayılmış olsa bile, salt bu nedenle, her konuşulduğunda “şaibeli seçim” olarak anılmasına yeter de artar… Nasıl ki, “açık oy, gizli sayım” yöntemiyle yapılan 1946 seçimleri, aradan 70 yılı aşkın zaman geçmesine karşın hâlâ üzerindeki şaibeden arınamadıysa, inanın 16 Nisan referandumu da uzun yıllar aynı şekilde hafızalardaki yerini koruyacak.
 
Erdoğan hak, hukuk bilmez tavırlarla yönetilemez hale getirdiği ülkeyi, diplomatik kurallardan uzak uygulamalarla dünyada da yalnızlaştırıyor… Kuzey Kore gibi bir ülke olmaya doğru doludizgin gidiyoruz hızla. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 13 yıl sonra bizi yeniden denetim sürecine aldı bizi. Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi alanlardaki kötü görünümü nedeniyle alınan bu karara, AKP çevreleri büyük tepki gösterdi… “İdam kırmızıçizgimizdir” diyen Avrupa’ya, “Sen kimsin!”diye posta koyup, mahşeri kalabalıklara insanlık dışı cezayı alkışlatanlar, şimdi, neden tepki veriyor anlamak mümkün değil gerçekten…
 
ERDOĞAN AİHM’E TAM 3 BAŞVURU YAPTI
Bunların Hoca’sı da böyleydi. 1987 yılında Nihat Sargın Haydar ve Kutlu Türkiye’ye dönmüş, havaalanında apar topar gözaltına alınarak hapse atılmıştı. 1990’da, AİHM’e bireysel başvuru hakkı tanınmış, ilk kullananlardan biri de Sargın ve Kutlu olmuştu. Ankara DGM’nin meşhur Başsavcısı Nusret Demiral bilgi almak için gelen AİHM yargıcını kabul etmemiş, bu da büyük patırtı koparmıştı ülkede… Zamanın Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, “Gâvura hesap vermeyen başsavcıyı kutluyorum” diyerek destek vermişti Demiral’a. Aynı Erbakan, daha sonra, haklarının ihlal edildiği için AİHM’e başvuracak, hiç sıkılmadan gâvurlardan adalet arayacaktı…
 
Erdoğan da öyle… En sonuncusu 2002 yılında olmak üzere toplam 3 kere, kişisel haklarının ihlal edildiği ve Türkiye’de iç hukuk yollarının tükendiği gerekçesiyle AİHM’e müracaat etti… 2003 yılında başbakan olunca tüm başvurularını çekti geriye... Kimse de, “Sen ülkeyi gâvurlara gammazlıyorsun” gibi bir cümle kurmadı… Aynı durum AKP’yi kapatma davası sırasında da yaşandı… Yargı devam ederken toplanan AKPM, AKP’nin kapatılması durumunda, Türkiye’yi yeniden izleme sürecine alabileceklerini açıklayarak, açık destek verdi Erdoğan’a… “Eyyyy” nidasının şehvetine kendini kaptıran AKP elebaşları, herkesi balık hafızalı zannediyor ama bunlar duruyor kayıtlarda…
 
AB REFORMLARI OLMASAYDI AKP İKTİDAR OLAMAZDI
Kim ne derse desin, Türkiye’deki demokratikleşme, temel haklar ve sivilleşme alanında atılan adımların, yaşam kalitesinin artırılması için geliştirilen teknik standartların en önemli dinamiğini, Avrupa Birliği oluşturuyor. Türkiye’de demokratikleşmenin geliştirici gücü, kolaylaştırıcısı olan AB, demokratik değerlerin de hamisi gibi davranıyor… Bu alanda atılan adımları yakından takip edip yeri geldiğinde, somut ve etkili tutum almaktan da geri durmuyor… İyi de yapıyor bence… 90’lı yılların başından beri Türkiye AB’ye kilitlenmemiş, reformları zorla da olsa yaşama geçirmemiş olsaydı, AKP elebaşları, bırakın iktidara gelmeyi, hayalini bile kuramazdı mesela…
 
Pespayeliğe katlanacak halim kalmadı artık, salt kimliğim nedeniyle  üçüncü sınıf insan olarak yaşamak istemiyorum dünyada… Torunlarıma adil, demokratik bir ülke, özgür bir gelecek bırakmak istiyorum… Savunması bile alınmayan yüzbinlerce insanın, paranoya düzeyine ulaşmış şüphelerle işinden edildiği, mallarına el konulduğu bir ülkede yaşamak zoruma gidiyor… Cezaevinde en çok gazeteci bulunduran ülkelerin en başında, ülkemin adının bulunması utandırıyor beni… “Halkın iradesi” dendiğinde, akıllarına, kendilerine verilmiş oylardan başka bir şey gelmeyen ikiyüzlülüğe katlanamıyorum… O nedenle de AKPM kararına şaşırmadığım gibi haksız da bulmuyorum acıkası…