Zonguldak’ın yolu yine acılara düştü… Zifiri karanlıklardan gelen kara haber içimize dağlarca acı doldurdu yine… Sevgili öğretmenim Behçet Kalaycı’nın "Hiç değişmeyen yaman bir yazgıyla / Oğullar yollanır Hades'in diyarına / Kurumadan gözlerde babaya dökülen yaşlar / Oğulların öyküsü başlar / Yapışıp babalarının bıraktığı kanlı kazmaya / Başlarlar ölümcül kömürü kazmaya" dizeleri, bir Zonguldak gerçeği olarak yine mıh gibi çakıldı beynimize… Tam yirmi beş saat, yüreğimiz ağzımızda sürdürdüğümüz endişeli bekleyiş, kaçınılmaz bir Zonguldak trajedisiyle sonuçlandı…

Kilimli’de adına ocak denen bir mağaradaki iş cinayetinde Murat Ovaz ile Cemil Kalaycıoğlu yaşamını yitirdi… Hayattan, evine sıcak bir ekmek getirip çocuklarını gülen bir yüzle sofradan kaldırmaktan başka hiçbir beklentisi olmayan iki can solup gitti… Arakalarından ulaştığımız her bilgi çok bilinen bir Zonguldak hikâyesiydi… Öğrendik ki, emekliymiş her ikisi de… Ama tüm acımasızlığıyla üzerlerine abanan hayat, “geçim derdi” denen her gün ölümle, ölümün muhakkak olduğu eksili karanlıklarda, birçok Zonguldaklı gibi çalışmaya mecbur kılmış onları…

ZONGULDAKLI KÖYLÜ İŞÇİLERİN CANI GİBİ EMEĞİNİN DE DEĞERİ OLMADI

Yine öğrendik ki, Kalaycıoğlu'nun babası Cemil Kalaycıoğlu da 20 yıl önce bir kaçak ocaktaki iş cinayetinde vermiş son soluğunu… Allah’ım bu ne bitmez çile, bu ne yaman bir yazgı… Babayla oğulun aynı kaderi paylaşması ta Dilaver Paşa’dan kalan değişmez bir nizam bu kentte… Nasıl bir düzendir ki Mirliva Dilaver'in yazdığı her şey, yüz elli yıldır, yerli yerinde duruyor… Sayıları biraz artıp mahalle kavramıyla genişlemiş olsa da, aynı köyler, aynı üretim bölgesine, aynı sanatta işçi veriyor hâlâ… Dede, baba, oğul, torun, ciğerlerini aynı kömürün tozuna kusup, aynı karanlıklarda can veriyor…

Kötü kader işte… Yaşamları pahasına değer üreten Zonguldaklı köylü işçilerin canı gibi emeğinin de değeri olmadı hiçbir zaman… Abdülmecit, madenleri 300 bin kuruş karşılığında Galatalı sarraflara kiraya verdi mesela… Gelen kirayı da,  padişah ihsanı olarak bol keseden dağıttı… Hem de kimlere? Medine'de Peygamber türbesinin kandillerini yakana… Mekke-i Mükerreme Kütüphanesi'nin Hafızı Kütübü’ne… Fındıklı'daki Şeyh Yunus Efendi Tekkesi’ne… Dersaadet Merkez Efendi Dergâhı’na… Sakız Adası Camii'ne… Hamidiye cami hatip, vaiz ve muvakkithane görevlilerine...

ARTIK JANDARMA DİPÇİĞİYLE DEĞİL DE GÜLE OYNAYA GİRİLİYOR OCAKLARA

Sonrası bilinen öykü… Sanayi devriminin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, yüzyıl sonra da olsa Osmanlı’da da duyulmaya başladı… Çağın gereğiydi: Çarkların dönmesi için buhar, buhar için de kömür lazım… Son Kaptanıderya Ahmet Vesim, sonradan “Paşa” olacak Mirliva Dilaver'i, "Maden-i Hümayun Nazırı ve Ereğli Kaymakamı” sıfatıyla havzaya gönderdi. Yeterli işgücünü sağlamak için bir nizamname yayımlayan Paşa, Ereğli ve çevresindeki 14 köyün 13 yaşından 50 yaşına kadar tüm erkeklerini ocaklarda çalışmaya mükellef etti… Kimse “amele” olmak istemese de jandarma zoruna dağlar dayanmadı…

Yüz elli yıldan fazla zaman geçti… Padişahlık gitti, cumhuriyet geldi… Sadrazamlar “başbakan” oldu… O da tedavülden kalktı, tek adama dayalı bir riyaset sistemi geldi yerine… Paşalar umum müdürlere dönüşürken Hazine-i Hassa tarihe gömüldü… Ama Zonguldaklı yoksulların kaderi hiç değişmedi… “İtibardan tasarruf olmaz” diyen haramzadeler saraylarda, kâşanelerde tıpkı o günlerdeki gibi safahat sürerken, kömürün tozuna terden çok kan akıtmak düştü hep paylarına… Değişen tek şeyse, eksili karanlıklara, artık jandarma dipçiğiyle değil de güle oynaya girmeleriydi… Hey gidi kambur felek… Hey gidi kahpe devran… Hey…