“Savaşta her yol mübahtır” sözünü duymayan yoktur herhalde. Bu koskoca evrende, uçsuz bucaksız görünen galakside, kulağa hoş gelmiyor olsa da savaşın olmadığı yer, zaman, mekân var mıdır ki? 
Sanmıyorum olsun… Vahşi doğanın koynunda yaşamak zorunda kalan hayvanlardan, hiçbir farkımız yok biz insanların, güya evcil insanlar olarak boy gösteriyor, arz-ı endam ediyoruz yeryüzünde. 
Karada, havada ve suda yaşayan tüm hayvanlar kadar hayvanız aslında ve bir o kadar ilkel, bir o kadar vahşi, belki de en acımasızı... 
En ilkel dönemlerde bile, birbirine tahammül edemeyen biz insanların, kendi ırkından hoşnut olmadığından mıdır bilinmez, kendine en sadık dostları hayvanlardan seçmiş olmaları gözden kaçırılmayacak kadar önemli bir ayrıntı sanırım. 
 Bu gezegenin sadece insanlara ait olmadığının farkına varmış olmamız önemli, dost bellediklerimizi yani hayvanları da kendimize benzetiyoruz ya pes bize. Böylelikle, bizi hayvanlardan ayıran en belirgin özelliğimizin konuşarak anlaşabildiğimiz olduğu tezi de çürüyor bu zaman diliminde, aramızdaki iletişimsizlik söz konusu olduğunda. Ya biz aynı lisanı konuşamıyoruz ya da konuştuklarımızı anlatamıyoruz! 
 Öyle olunca da geriye sadece hislerle anlaşabileceğimiz alternatifler aramak kalıyor sanırım. Kendi ırkıyla olması gerektiğince bütünleşemeyen insanoğlu, kendi ırkına güvenemediği için belki de çözümü hayvanlar âleminde bulmuş. Şöyle ki:  Köpeğe sadık dost der mesela ve ona içini döker, el verir, gönül verir, karşılıklı kaynaşırlar ve birbirlerini çok ilginçtir hisler yoluyla anlarlar. Sadece köpekler mi? Elbette değil, hayatında bir hayvana yer veren herkes bilir ki onlar insanları en iyi anlayanlardır.  
Neden insan ırkı, kendini sadık bir dost olarak tanımlayamazken, bir köpeğe bu sıfatı vermiştir.  Çünkü insanoğlunda sadakat denilen olgu hiçbir zaman işlevini tam olarak yerine getirememiştir. Bu durum bariz bir biçimde denemek ve yanılmakla tespit edilmiş bir argümandır. Bir başka deyişle durumumuz hiç iç açıcı değil, hiç olmamış zaten. 
Ne için savaşmamıştır ki insanoğlu bugüne değin ama mutlaka neticesinde kazanmak için savaşmıştır. 
Kurallı ya da kuralsız galibiyet esastır, içine girdiğimiz girmek zorunda kaldığımız savaşlarda. Güç savaşları,  elde edilecek şeylerin bir başkasının kayıplarından doğacak olan kazanımlar değil midir? Savaşmak bazı durumlarda, belki bir toprak parçası için, adına VATAN diyoruz, önemlidir. 
Savaşmak, yaşamak için, var olmak için, her dakika mücadele verdiğimiz yaşam yolumuz yaşam soluğumuz aslına bakarsanız. Var olma savaşı, diğer bütün kirli düşüncelerin üstüne çıkıyor ve sistemin içinde kişiyi öğütüyor değirmen taşındaki un misali. 
Öyle ki bize ait olduğuna inandığımız değerler için gözü kapalı dalıyoruz ya biz insanlar savaşın içine,  hakkımız olanı vermemek için verdiğimiz mücadele, bizi haklı durumdayken kaybedenler listesine ekleyiveriyor ya acımasızca,  işte bu durumda da yine hakkın olanın peşine düşüyor ve onu geri almak için savaşıyorsun. 
Yani biz insanların ne hikmetse, savaşmaya dövüşmeye nedenli nedensiz meyilli olduğu “tıpkı vahşi hayvanlar gibi” bununla birlikte,  güvenilir olmadığına dair, yaşanmış deneyimler fazlasıyla mevcut tarih arşivlerinde. Savaşın, insanlık ve tüm canlılar var olduğundan beri süregeldiği bir gezegende, belki de galakside “haberdar olmadığımız kim bilir kimler vardır bir yerlerde” üstelik kazanmak için her yolun mübah olarak belirlendiği bir zihniyette, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, kaybettiklerimizin zorunlu savaşın izleri olduğunu da kabul etmekten başka çaremiz kalmıyor sanırım. Gücü yeten kendinden güçsüzü un ufak ediveriyor ve belki de izleyicisi en çok ve en kalabalık olan bir gösteri zannediyor evcilleşemeyen aciz beyinler savaşları. 
Vahşi doğada hali hazırda yaşam savaşı veren canlılardan hiçbir farkımız yok. Evcilleştiğimizi zannederek avutuyoruz kendimizi. “Düşünce kuyuları” kazıyoruz birbirimizin ardından. Kirli düşüncelerle masa başı savaşlarında belirlenen kodların, canlı gösterileriyle canını okuyor birileri, bu dünyanın içinde yaşayan kim olursa olsun, kaybedenler sınıfına ismini mutlak yazdırıyor. 
 İnsan, hayvan, dağ, taş, hiç fark etmiyor, sonunda katil “düşünce” olduktan sonra, savaşların düğmesine basan “düşünce gücü” olduktan sonra, ister kendi ırkından olana, istersen daha çok güven duyduğun için bir hayvana ada kendini. Sonuç şu durumda,  kazanmak için, üstün gelebilmek için, tatmin olmak için verilen kayıpların, düşünce yüzümüzün karası olduğu gerçeğidir. Bu görüldüğü üzere vahşi doğadaki hayvanlarda da mevcuttur, onlarda savaşmıyorlar mı? 
Bu koskoca gezegende öyle sanıyorum ki savaş olmadan, savaşmadan bir gün dahi geçmedi ama cephede ama masa başında ama vahşi doğada ama evcil olduğunu sandığımız canlılarda. 
” Kazananı yok hayatın, sadece figüransın bu evrende” diğer milyonlarca canlı gibi. Yaşamak için öldürmek niye gerekli hale gelmiş bilmiyorum, bilen olduğunu da düşünmüyorum. Savaşmak istemesek de buna mecbur bırakılıyoruz. önemli olan adil olmakla olmamak arasındaki o ince çizgi, bilmem anlatabildim mi?