Tarihte de böyle olmuştur her zaman, vakitsiz ölümler hep birilerine düşer… Yoksula…  Kimsesize…  Her yanından irin sızan insafsız düzenin kahrını, hiç bitmeyen bir çile olarak çeken gariplere… Düzen böyle kurulmuştur, varsıllık piramidinin en altındakiler, yoksulluk kadar bitimsiz acılara da mükelleftir aynı zamanda. Ecelsiz ölümlerin kör karanlığına, hayattan, çocuklarını gülen bir yüzle sofradan kaldırmaktan başka hiçbir beklentisi olmayan temiz yüreklerin yolu düşer en çok da… Adına “kader” denen kahpe devran, en sızılı yüzünü hep onlara gösterir. Herkes bilir ki, yitip giden oğulları için gözyaşı dökenlere, “…Ağlama demiyorum; ama fazla ağlama. Boğum boğum ağla. Geçmişte ağladık, şimdi ağlıyoruz, gene ağlayacağız…” diyen bilgelerin yüzü, dili, milleti, coğrafyası değişse de yoksullukları birdir… Aynı acının ateşinde yanmak gibi bir ortak kaderde birleşmiştir hepsi…

 

Bir de tersi var elbette. Kimileri taburlar dolusu toprağa düşerken başlarına basıp yükselmeye çalışan alçaklara binlerce kez tanık oldu insanoğlu… Ölümü kutsayan zorbalar, insan kanı içen tiranlar, saltanatını acı ve gözyaşı üzerine kuran zalimler tarih sahnesinden hiç eksik olmadı. Hâlâ görüyoruz onları ve korkarım ki insan denen canavarın içindeki o akıl almaz para ve iktidar tutkusunu aşamadığımız sürece görmeye de devam edeceğiz… Ta ki tüm insanlığın, “Artık yeter” haykırışlarıyla hep birlikte ayağa kalktığı vakte kadar, iğreti yüzlerinden dökülen timsah gözyaşlarını acıdan buruş buruş olmuş bir yüzle seyredeceğiz. Kendilerine zeval gelmemesi için fedai ordusuyla gezip her geçtiği yerde terör estiren tiranların, onar yüzer ölen yoksulların ardından, ”Ölüm onların fıtratında var” sözleri yankılanmayı sürdürecek kulaklarımızda…

 

TARİHİNİ ZULÜMLE YAZAN COĞRAFYA

Tarihin zulümle yazıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Acı kol geziyor ülkemizde… Savaşlardan, soykırımlardan, iskân ve ıslah edilemediği için tenkil edilenlerden, infaz mangalarından, yangınlardan, yıkımlardan, depremlerden arta kalanlar katliamlarla adeta yok edilmeye çalışılıyor…  Zulüm bir Sivas’ı bir mesken tutuyor kendine, bir Maraş’ı… Sonra Çorum’a çeviriyor yüzünü. Meralardan, dağlardan, fabrikalardan geçip Zonguldak’ta bir başka kanıyor…  Soma olup çıkıyor nihayetinde… Acılı anaların sevgili ölülerine döktüğü gözyaşları kurumadan, yalan üzerine yalandan kurulu kipkirli bir iktidar savaşı sürdürülüyor ardından…

 

Anımsayan çıkacaktır, son yazımda, “Egemenlerin ördüğü yalan duvarını aşmak için yeni yalanlar üretmek dahil her şeyi mubah sayan, neyin doğru, neyin gerçek olduğuna bakmadan işine yarayan tezviratı yaymayı gazetecilik sanan aklıevvellere de birkaç şey söylemek isterim. Zalimlerin ekmeğine yağ sürmekle kalmıyor, gerçeğin açığa çıkmasını da engelleyerek suça ortak oluyorsunuz…” demiş, eklemiştim: “Yalaka basının servis ettiği ‘Soma Gezi’nin intikamı olarak patlatıldı’ vicdansızlığının başka dile tercümesinden başka hiçbir anlamı olmayan tezviratlarla doğru soruların peşine düşülmediği gibi zalimlere koz da veriliyor…”

 

TİRANLAR SİNSİLİKLE ELLERİNİ OVUŞTURUYOR

İçimiz yanarak izliyoruz, tüm iletişim organlarında yalnızca bu tip tartışmalar yapılıyor artık. Katillerle, her an yeni katliamlar üretmeye hazır ahlaksız düzeni teşhir etmek yerine, apolitik bir dille üretilen şamatalı tezvirat akıl almaz biçimde pompalanıyor. Hiçbir mantık süzgecinden geçirilmeden ortaya atılan iddialar yalnızca zalimlerin işine yarıyor. Yalaka basın, can simidi gibi sarıldığı sözlerin üzerinden gündemi saptırıp katilleri gizlemeye çalışırken, “Ölüm madencinin kaderinde var” acımasız cümlesini kuran haramiler, kirli yüzlerini kurnazca gizliyor arkasına… Toplumu olabilecek en keskin kamplara bölüp kitlesini tahkim ederek iktidarını sağlama daha da sağlamlaştırmaya çalışan AKP çevresiyse ortalığı saran toz duman arasında sorumluluktan kaçmaya çalışıyor…

 

Haykırıyorum buradan, düşün ölülerimizin yakasından. Yaralarımız oluk oluk kanarken, yürütülen bu kirli kavga canımızı yakmıyor yalnızca, insan yanımızı da öldürüyor. Görmüyor musunuz, gerçekler kayboluyor içtenliksiz bağrışlarınız arasında, katillerin kirli yüzü bir bir yitip gidiyor. Tevekkülle toplumu uyuşturup, kaderine razı etmeye çalışan tiranlarsa sinsilikle ellerini ovuşturuyor. Bizeyse, Onat Kutlar’ın dizlerini fısıldamak kalıyor usulca: “Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin / Unutmamak için / Çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz / Ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından / Ve ellerinden fenerle benim arkadaşlarım / Durmadan düşünüyorum / Ne kadar çok öldük yaşamak için”