Artık insanların çok farklı bakış açıları ve çok başka beklentileri var yaşama dair.
Çok çabuk tüketiyoruz diye diye, tükendik bizde.
İşin kolayına kaçmak ve birazda işten kaçmak işimize geliyor.
Ve bir de içinde bulunduğumuz zaman başka işliyor sanki. Bildiğimizin dışında, ezber bozdururcasına akıtıyor zamanı zaman. Tükettik velhasıl insani duygumuzu.
Çünkü tüm zamanlarda kalemin en çok beslendiği, şairlerin en çok ilham aldığı ve adı “sevgi “olan adı “aşk” olan o eşsiz duygu, artık her şey gibi herkes gibi sahteleşti. Ve haliyle de bu sahtelik kabul görmeye başladı… Bilgi çağına kurban verdik ne yazık ki bütün insani duygularımızı. Teknoloji güçlendikçe, duygusallık gözden düştü.
İnsanı insan yapan şeylerin başında gelir elbette duyguları. Öne çıkanlar, bizi esir alanlar ağırlığını koyar üzerimize. Öfke, sitem, nefret özlem ve aşk gibi bütün bu duygular, insanın şifrelerini oluşturur ve onu diğer canlılardan ayrıştırır. Yüreğinde sevda sızısı ne kadarsa, o kadar insan olur insan.
 Çünkü insanı tanımak sevmekten geçer, her ne şekilde, her ne çoklukta olursa olsun, sevmek bir insanın tüm şifresini çözer.
Kitaplarda, özellikle insanı anlatan her satırda, bir parça sevgi kırıntısı mutlaka vardır. Biz canavarlaşmadan önce sevmeyi keşfetmiştik. Adı aşk olan o kutsadığımız duygu, her çağda, her yaşta şaire ilham olur ve yön verir lirik şiirin yapısına, yön verirdi insanın ruhuna.
Şiirlere belki de en çok aşk yakıştı. Lirik şiirler insanların tarihler boyu ihtiyaç duyduğu, kadın erkek bütünlüğünün yan yana ne denli yakıştığının anlatıldığı şiir yapısıdır. Ayrılık için de kavuşmak içinde aynı lirik dili kullanır şair. Hayatımızın mutlaka birçok döneminde, gönlümüzü ısıtmıştır lirik şiirler. Kavuşmak kadar ayrılığı da tanımlamıştır aynı kalıbın içinde.
Eğer duyguyu yazarak ölümsüzleştirmek istiyorsanız, şiir, bunun için vardır zaten.  Aşk acıdan da besleniyor nihayetinde, söz kusuyor her acı, eyleme geçtiğinde. Sonra şiir oluyor adı aşk gölgesinde.
Gönül süzgeçlerinden yaşamı damıtarak süzebilenler satırlara dizerken incilerini, söz, tarihler arası taşınıp gidiyor bu yolla kuşaktan kuşağa, duygudan duyguya sözcüklerle yaşam gerçekleri.
Uyum sorunu baş gösterdiğinde ise ilişkilerde “eskisi gibi değil sevdalar” gerçeğiyle tanışıyorsunuz, bahanesi hazır her platformda insanoğlunun…
Fedakârlık ahmaklık gibi kabul ediliyor. İşte bu yüzden korkuyoruz sevmekten sevdiğimizi kabul etmekten.  
Aşk, herkesin kendince deneyimlediği kadarıyla hissettirir kendini. Tanıdık gelen sözcükler, kelimeler, kendi cümlenizi kurabildiğinizde anlamını artırır. Gönül yara aldıkça dili çözer ve sessiz konuşmalar başlar gönülden kaleme, kalemden kâğıt’ a.
İnsana en çok sevmek yakışırmış, bunu o küf kokan kitapları yazan şairlerde, yazarlarda söylemiş durmuş geçmişin deneyimlerinde.
Ortaçağda yaşayan şairlerin aşka dokunuşu onu işleyişi, bir sonraki kuşağa da aksetmiş yazım lezzeti olarak. Günümüz satırlarına düşen sözcükler o günlerde ki gibi değil insan duygusunda, düşüncesinde. Yüreğinden bakmıyor sanki hiç kimse artık hayata. Dedik ya bir başka işliyor artık bu devran…
Bilgi çağında, çağın gerisinde kalmamak adına bilmişliğimizi yarıştırma kaygısıyla ıskalıyoruz o canım duyguyu, sevmek duygusunu. İnsanı ve şiiri doğuran sevmek duygusunu, insanlığı öldüren mekanik duyguya feda ediyoruz.
Şiirin ham hali sevmek, ne yandan anlatırsan anlat neticede adı aşk oluyor işte.
 Yıldızların altında bir sevgili özlemiyle biçimlenen şiir, şairini de şiirin sahibini de, elbette ayrıcalıklı yapacaktır. İki kişi arasındaki duygu yoğunluğu bir başka yolculuğun rehberi oluveriyor şiirleştiğinde.
İlişkiler ne yazık ki günümüzde,  çıkarlar üzerinden bir iki adım kadar ilerliyor sadece. Çok çabuk bıkıyor, çok çabuk sıkılıyoruz birbirimizden ve sistemden.
Neredeyse tek düze haline dönüşen kadın erkek ilişkilerini aşk zannediyoruz bu çağda, bu sahte illüzyonun görselinde.. Gerçek olmadığını bildiğimiz yaşamlara, sahteliğini bile bile bel bağlıyoruz. Perakende satılırmışçasına o anın ihtiyacı kadar aşk tarttırıyoruz saat terazilerinde.
Az sonra kimse kimsenin adını nasılsa hatırlamayacak gibi seviyoruz sevgisizliği.
Bütün bunların neticesinde, satırlara nasıl aşk yazar kalem, nasıl anlatır sevgiyi sözcükler.
Bir Mevlana gibi, bir Shakespeare gibi, nasıl anlatılır ki bu kadar sahtekârlığın içinde aşk.
Yok yok, artık kitaplarda başka bir dili var yaşamın. Ne Atilla ilhan gibi şiir yazılıyor, ne de Bir Karacaoğlan gibi dava kazanılıyor bu sahte çağda.
Çağlar ötesinden gönlümüze düşürdüklerimiz, üstüne hiçbir şey koyamadan karışıyor suya.
Bu günün sevgisine, bu günün gerçeğine, geçmişin aşından katık yapmak yeterli gelmiyor.
Peki, nasıl kurtuluruz bu bilgi çağının sahtekârlığından. Nasıl gözler arası bağ kurulur sevgi üzerinden, bileni var mıdır bunun.
 Yüzyıllar ötesinden, o küf kokulu satırlara rehber edilen sözcüklerin karşılığı var mıdır ki bu günün sevda lügatın da.
Şiir, çağlar öncesinde sevdaya rehber edildiği o asli görevini layıkıyla yapmış yapacağı kadar.
O dönemlerin şairleri, bütün güzel sözleri haykırmış sevda üzerine.
“Gönül yanmasını bilirse demiş, dumanını da görmesi gereken görür mutlaka”
Gönlünün yanmasından korkanlar günümüzde, şiirin ve aşkın mezarını kazanlar.
Şiir çağlar öncesinden bu güne sesleniyor ve ekliyor
“Aşk, ateşin közüyse, alev de sensin”
Ve “Aşk şairin kıblesidir” diyor şair.