Geçtiğimiz hafta sonu, Sergi Odası’nın küçük salonu, kimimizi görsel hazlar, kimimizi de kentsel acıların doruklarında dolaştıran bir büyük etkinliğe sahne oldu. Metin Kaya’nın son belgeseli “Soluk”u, üç seans halinde izledik. Yerin altındaki bitimsiz karanlıklarda geçen uzun işçilik hayatında yaşamadığım acı, görmediğim meşakkat kalmadı… Pek çok kaza yaşadım, birkaçını küçük yaralarla atlattım hatta… Grizunun her türüne, göçüğün, su baskının, degajın en belalısına tanık oldum… Kimilerinden vardiya, kimilerindenseuzaklık farkıyla kurtuldum…O zamanların derin izleri de çok, ama “Soluk”, en az onlar kadar iz bıraktı içimde…
 
Filmi izlerken insanlara mı yaksam içimi, katırlara mı,bilemedim… Her ikisi de, bitmeyen bir çileye mahkûmdu çünkü… Babama,“İbrahim’i ateşe atma”hikâyesini okuyan çocuk sesim doldu kulağıma…“Nemrut, eline geçirdiği bir balta ile putları kıran İbrahim’i, ateşe atmaya karar verdi… Bir yıl boyunca odun yığdırdı bir meydana… Deve, ateşe odun taşımayı reddetti ve bolca hayır duası aldı İbrahim’den… Büyük bir hırs ve gönülle odun taşıyan katıraysa lanet etti…” Tamam, anladım, katırların çilesi İbrahim’in ilencinden geliyordu da, Allah tarafından yaratılmışların en şereflisi ilan edilen insanın suçu neydi peki? Niyeydi bunca çile?
 
KENDİMİZLE HESAPLAŞMAYA ÇAĞIRIYOR
Zonguldak’ta hemen her dağın kuytusunda yaşanan büyük meşakkati sinemanın kendine özgü büyüsüyle anlatmış Metin Kaya… Hepimizin bildiği ama duymazdan geldiği, gözlerini değil yalnızca vicdanını da kapattığı adınaocak denen mağaralardaki insanlık dışı koşullarakamerasını çevirerek, gördüklerini, usta bakışın ürünü olarak sunmuş… Bana sorarsanız vicdanımıza, duyarsızlığımıza, bunca gadri içimize sindiren kara gönlümüze seslenmekle kalmamış, kendimizle hesaplaşmaya da çağırmış bizi… Sıcak evlerinin yumuşak koltuklarına yayılan bizlere, o sıcağın hangi acıların içinden süzülerek geldiğini düşünmeye davet etmiş…
 
Alkışladık hep birlikte, Metin Kaya, odak noktasında Zonguldak olan çok değerli belgesele imza attı. Yüzünü kentin harcını, çimentosunu oluşturan,  farklı kılan değerlerine çevirdi her zaman… “100 Bin Kişiydiler” ile isyan günlerinibelgelemekle kalmadı, bu değerleri en çok oluşturduğu, dayanışmanın gücüyle dünyaya kafa tuttuğu, Zonguldaklı olmakla en çok gurur duyulduğu coşkuyu da yansıttı perdeye… Acı da bu ellere dairdi elbette; zulme uğrayıp, çok ağlamak kaderinde vardı bu kentin… Bitimsiz acınınnasıl da yazgımız haline getirildiğini anlattığı“Derin Çığlık”taysa,grizu yitiklerine yakılan ağıtlar kimliğine kazıyan kentin hüznüne kamera tuttu…
 
KAYA BU KENTİN RUHUNU BİLİYOR, İNSANINI İYİ TANIYOR
Aldığı ödüller kanıtladı zaten, hiç kuşku yok ki,öncekilerde çok nitelikli işler, ama“Soluk”, Kaya’nın,şu ana kadarki filmografisindeki başyapıtbence… Yerin altındaki zifiri karanlıklarda, zorun da zoru koşullarda çekilen belgesel,hikâyesi kadar sinematografik açıdan da göz kamaştırıyor… En önemlisi de yoksul bir bütçeyle filme aldığı yoksul hayatları, görsel şölene dönüştürerek sunmayı beceriyor izleyiciye… Bunu çok daha nitelikle işlere imza atmış yönetmenlerin başarması çok zor, sevgili dostum, bu kentin ruhunu iyi biliyor çünkü insanını iyi tanıyor… Ayağı, tozlu havasını soluduğu kentin çamurunabastığı için de inanılmayacak başarılara imza atıyor…
 
Kafamda bin türlü soru çoğaltarak izledim “Soluk”u… Sırılsıklam tere gark olmuş emek adamlar, insanın sınırsızlığını bir kez daha anımsattı bana… Gurur duydum onlarla, ekmeğin en namuslusunu kazanıyorlardı çünkü… İnsanları derin yoksulluklar içine iten alçak düzene lanet okudum hırsla… Ciğerlerimde hâlâ duran ocak kokusunu içime çekerken, ağız dolusu küfrettim kapitalizm denen vahşete…Her yanımı saran bir utançla ayrıldım Sergi Odası’ndan… Birileri bir somun ekmek uğruna her gün ölüm solurken, ömrüm onların mücadelesini vermekle geçmiş olsa da, rahat bir hayattayaşayıp gidiyordumçünkü…“Soluk” tüm bunları anımsattı bana, dedim ya, çok da utandırdı…