Bir kent düşünün, gerçekliği yerin yedi kat altında olan, keşfedilmeyi bekleyen ama sürekli yıkılan, modernleşmeye ayak uydurması için zorlanan, akken karalanan, kendi sırrını arayan bir kent. Güzel ama karışık, kendine has özellikleri olan ucu bucağı görülmeyen… Merdivenleri, dik yokuşları, yüksek tepeleri, keskin virajları, başka şehirlerden gelen işçilerin sığındığı işçi pavyonları, Fransız evleri, sinemalar ve daha nice güzellikleri ile gösterişten uzak bir şehir… Renkleri birbirine karışmış, tarihin tanıdık dokularını içinde barındıran ancak modernleşme ile tarihi kendi içine kusan bir kent olarak ayakta kalmaya direnen… Adım attığınız her yerde karşımıza tanıdık izlerin çıkabileceği ve takip edildikçe şehirde yaşayan insanların gerçekliklerini gün yüzüne çıkaran izler. İçinde bulunduğu toplumla bağdaşmış bir şehir.
Kendine Yabancılaşan Şehir
“Yaşamak aramaktır.” Onlarca kent kimliğini içinde barındırdığı benliğini ararken onlarca kent var olan kimliğini yitirmeye yüz tutmuştur. Görsel birikimlerini gün geçtikçe yitirmiş olan bu kentler, yığınlaştırılmış görüntüler içinde kent kimliğini kaybetmişlerdir. Yığınlaşma görsel kimliğini kaybeden kente yüklenen en anlamsız en acımasız görsel birikim değeridir. Adım başı alışveriş merkezleri, mağazalar, marketler, restoranlar, kafelerin içinde kent kendi temsil ettiği gerçekliğin içinde kaybolmuş ve görsel belleğinin boşaltılmasına izin vermiştir. Kentin kendi temsil ettiği gerçeklik nedir? Zonguldak “madenci şehri”. Bilinen gerçekliği bu… Peki, görmek istemediğimiz diğer gerçeklikleri; üzerinde barındırdığı mimari değerlerin göz ardı edilişi, şehrin altının üstünden ve üstünde yaşayan insanlardan daha değerli olduğu kanısını uyandırdı her zaman. Yer altında açılan büyük yaraların üzerinde yaşayan kent sakinleri, içinde bulundukları güzellikleri göremeyecek derecede uzaklaştırıldı yaşamlarından. Zaten güzellikleri yok edilmeye başlanmış bir şehir. Gün geçtikçe bir bir eksiliyor, eksiltiliyor. Zonguldak’ın önemli simgelerinden olan Lavuar alanı yıllardır harabe durumunda. Seyfi ARKAN’ ın işçi evlerinden kimsenin haberi bile yok. Yıkılmaları an meselesi. Bir şehrin geliştiğini göstermek için eskilerinin yıkılıp yerlerine yeni devasa yapılar mı? Yapılması gerekiyor. Var olanı geliştirmek üzerine düşünmek daha mı zahmetli bilemiyorum. Ama algısal olarak şehrin içinde bulunduğu durum tam anlamıyla budur. Eskileri yık! Yeni ve devasa yapılarla donat! Labirent gibi adım attığımız her köşe birbirinin aynı olması o şehri daha mı farklı kılar? Sanmıyorum, aksine aynılaştırır ve keşfetme dürtümüzü zayıflatır. Toplumla bağı olmayan yapılarla karşılaştığımızda bir kez daha yabancılaşırız ait olduğumuz yere. Yabancılaştığımız sadece şehrin ta kendisi olmaktan çıkar ve zamanla içinde bulunduğumuz topluma ve toplumsal değerlere de yabancılaşırız.